Rus yayılmacılığı ve Amerikan hegemonyası

Güncelleme:

Haluk Özdalga yazdı: Rus yayılmacılığı ve Amerikan hegemonyası

Foto: İlya Repin’in ünlü tablosu, Korkunç İvan (Yavuz İvan), oğlu İvan’ı öldürüyor.
Foto: İlya Repin’in ünlü tablosu, Korkunç İvan (Yavuz İvan), oğlu İvan’ı öldürüyor.

Stephen Kotkin, Amerika’da Princeton Üniversitesi’nde tarih profesörü ve yaşayan Rusya uzmanları arasında en önde gelen isimlerden biri.

Üç cilt olarak planladığı Josef Stalin biyografisinin iki cildi yayınlandı ve birinci cilt Türkçeye çevrildi (1000 sayfa). Okuduğum iki başarılı Stalin biyografisine kıyasla ayrıntı zenginliği açısından daha güçlü bu dev yapıt, Sovyet sisteminin Gürcü diktatör liderliğinde acımasızca iktidara yerleşme hikayesini geniş bir uluslararası muhteva içinde anlatıyor.

Ukrayna’nın NATO’ya üyelik başvurusunun kabul edilmesi (2008) ve Kiev’deki seçilmiş iktidarın Rusya yanlısı olduğu için Amerika destekli bir darbeyle devrilmesine Moskova’nın yanıtı, Kırım ve kısmen Donbas bölgesini Ukrayna’dan koparıp almak oldu (2014).

Kotkin o gelişmeden sonra Foreign Affairs dergisinde yayınlanan uzun makalesinde, engin tarih bilgisiyle Rus yayılmacılığını özetler (Russia’s Perpetual Geopolitics, 2016).

Rusların 1500’lerde Korkunç İvan’dan (Kazan Tatarlarının deyişiyle Yavuz İvan) itibaren asırlar boyu, her gün ortalama 130 km2 genişleyerek yeryüzündeki toprakların altıda birine hükmeden bir imparatorluk kurduğuna işaret eder – tebaanın (uyrukların) büyük bir kısmı Avrasya’nın Türki halkları idi.

Kotkin’e göre Ruslar, Allah’ın lütfettiği geniş topraklarda özel misyon sahibi ve kendine özgü (sui generis) bir ulus olarak yaşadıklarını düşünüyordu. Rus yayılmacılığının önemli bir boyutu, fethedilen topraklarda yaşayan halklara medeniyet götürme misyonuna inanış idi.

Rus seçkinleri arasında zaman içinde destek bulan değişik tahayyüller bu misyon inancıyla yakından ilgiliydi (Üçüncü Roma, Bütün Slavlar Krallığı, Komünist Enternasyonal Merkezi, vs.).

Başlangıçtaki yayılmacılığın nedenleri ne olursa olsun, sürekli kendini yeniden üreten bir zihniyet zaman içinde yerleşti: Rus seçkinleri, fethedilen toprakların güvenliğini sağlamanın yolunu yeni genişlemelerde buldu. Böylece, varsayılan tehditlerin önünü kesmek için yapılan dışa dönük hamleler Rus güvenlik anlayışının önemli bir parçası haline geldi.

Kotkin, Rusya’nın kendisini daima dıştan gelen hücumlara maruz hissettiğini ve başka pek çok Rusya tarihçisi gibi, ‘savunma amaçlı saldırganlık’  sergilediğini vurgular (kendi içinde çelişkili bir kavram, hö). Bu yoruma göre Rusya’nın geleneksel dış politikası bir tercih olduğu kadar bir durumdur.

Kotkin, Soğuk Savaş sonrasında Rusya’nın Batı karşısında “dengesiz hatta haksız” gelişmelere maruz kaldığını, zayıf durumunun Washington tarafından “istismar edildiğini” kabul eder. Ama bunlar Rusya’yı “aşağılama niyetiyle” atılmış adımlar değil, Sovyetler karşısında Batı’nın kazandığı “kesin zaferin kaçınılmaz sonuçlarıydı.”

Öyleyse ne yapmalı? Kotkin cevabı açıktır: Rusya özlemlerini gerçek kapasitesiyle sınırlı tutmayı beceremediği ve ABD’ye eşit bir küresel güç olma ısrarından vazgeçmediği sürece “normal bir ülke olamaz.”

Bu ise, Rus seçkinlerinin Batı’ya meydan okuma güçlerinin sınırlarını kabullenmesiyle mümkündür. O güne dek Batı açısından Rusya “idare edilmesi gereken bir sorun” olarak kalacaktır.

Şubat 2022’de başlayan Ukrayna saldırısı üzerine kaleme aldığı ve aynı dergide yayınlanan ikinci yazısında Kotkin, Rusya’yı sert şekilde eleştirir ama temel görüşünün değişmediğini vurgular: Saldırı, Rus hükümranların kendini daima tekrarlayan aynı ‘jeopolitik tuzağa’ düşmesinin sonucudur.

Rusya’nın kendine özgü uygarlığa ve özel misyona sahip olduğuna inanan hükümdarları, Batı’yla giderek açılan farka rağmen zora başvurmaya devam etmektedir. Bu durum, Rus yönetici sınıfının geçmişle yüzleşmesine ve “stratejik bir seçimle” kendisini büyük devlet olarak Batı’yla eşit gören “imkansız arayıştan” vazgeçmesine kadar sürecektir (The Cold War Never Ended, 2022).

Kotkin ayrıca önemli bir uyarıda bulunur. Putin gibi liderlerin görevden uzaklaşmasıyla jeopolitik sorunların çözüleceğine inanmak çok caziptir; ama gerçekçi değildir. Kişilikler elbet önemlidir ancak büyük ülkelerde liderliğe yükseliş tesadüfen olmaz. Sistemler belli tür liderleri başa geçirmek için kendi yol yordamına sahiptir.

*     *     *

Amerikalı seçkinler arasında yaygın inanışa göre, Amerikan ulusu fıtratı itibariyle diğer uluslardan niteliksel olarak farklıdır. Tarihi gelişimi, siyasi sistemi ve değerleri açısından Amerika, insanlık tarihinde benzersiz bir yere sahiptir.

O nedenle Amerika diğer uluslardan daha üstün konumdadır ve dünya sahnesinde özel bir rol oynama hakkına, dünyayı kendi değerlerine göre dönüştürmek gibi istisnai bir misyona sahiptir. Hatta buna mecburdur.

Özgürlük, demokrasi, asgari müdahaleye dayanan (laissez faire) piyasa ekonomisi, bireysel sorumluluk gibi kavramlar o değerler arasındadır.

İstisnai ulus inancına dayanan bu algılama İngilizce’de “Amerikan istisnacılığı” (exceptionalism) olarak bilinir. İstisnai ulus Amerika, üzerine düşen bu görevi yerine getirmek için dünyaya liderlik etmek zorundadır.

Ülkenin seçkinleri arasındaki yaygın kabule göre Amerika’nın istisnai millet olduğunu kabul etmemek, “Amerikan ulusunun kalbini ve ruhunu inkar” anlamına gelir.

Dünya liderliğinin yolu kaçınılmaz olarak askeri üstünlüğe dayanan hegemonya kurmaktan geçer. O nedenle Amerika dünya tarihinde yabancı ülke topraklarında en çok askeri üs kuran, en çok askeri güç konuşlandıran ve en çok savaş yapan ülkedir.

Dünya liderliği yolunda sık başvurulan bir başka yöntem, yabancı ülkelerde darbe yapmak ve rejim değiştirmektir. Tarihte daha çok darbe düzenleyen/destekleyen ülke yoktur. Bol kullanılan değer temelli söyleme rağmen, devrilen iktidarların demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş olması önem taşımaz, Amerikan siyasetine ters düşmesi yeter.

Bir dönem İstanbul’da görev yapmış kıdemli gazeteci ve yazar Stephen Kinzer, Türkçe’ye çevrilen “Darbe” (Overthrow) adlı kitabında, Amerikan’ın bir dizi darbe ve rejim değişikliği projesinin ayrıntılı hikayesini anlatır.

İki büyük parti Cumhuriyetçiler veya Demokratlar arasında, Amerika’nın dünya liderliğini veya hegemonyasını algılama açısından pek fark yoktur.

Seçilen başkanlar farklı yaklaşımlara sahip olsa da, Amerika’nın dünyaya liderlik etmesine ve küresel hegemonya kurmasına inanmayan birisinin başkan olması, “kendi yol yordamına sahip mevcut sistem” içinde pek mümkün değildir.

Tıpkı Kotkin’in isabetle vurguladığı üzere, bugün Amerika’yla eşit güce sahip olmasa da, Rusya’nın dünyadaki özel konumuna ve misyonuna inanmayan birinin Moskova’da başa geçmesinin pek mümkün olmadığı gibi.

Rusya’nın şubat saldırısıyla beraber yoğun bir kampanya başladı: Putin paranoyak, Hitler’den farkı yok, deli, ruh sağlığı bozuk, ağır hasta, kanser oldu, ameliyat oldu, ölmek üzere, yakında saray darbesi geliyor, tek çıkış yolu birilerinin Putin’i ortadan kaldırması, vs.

Bu kampanya Washington merkezliydi ve ilgili istihbarat örgütleri bol bol söylentileri pompalayacak dezenformasyon yaydı.

Savaş başladıktan kısa süre sonra Putin’in devrilme ihtimalinin zayıf olduğunu, herhangi bir nedenle iktidardan uzaklaşırsa yerine gelecek kişinin muhtemelen içerde ve dışarda daha sertlik yanlısı olacağını gerekçeleriyle yazdım. Son haftalarda giderek daha çok uzman aynı doğrultuda yorumlar yapıyor.

Aslında Washington’daki karar vericiler bunları elbet biliyordu. Ancak amaç Putin’i şeytanlaştırma üzerinden dünyada bir kamuoyu yaratmaktı. Başarılı da oldular. Bizim kimi seçkinlerimiz bile “Putin gitmeden olmaz” demeye başladı!

Mevcut ABD Başkanı Joe Biden dış politika deneyimi güçlü ve küresel Amerikan hegemonyasını en yüksek sesle savunan isimlerden biridir.

Amerika’da Biden’in temsil ettiği dış politika çizgisi “liberal enternasyonalist” olarak bilinir. Enternasyonalist sözcüğü burada, liberal değerleri savunan Amerika’nın o amaçlar için, Amerikan standartlarına göre dahi aşırı ölçüde müdahale etme hakkına sahip olduğunu ima eder.

Nitekim adaylık yarışını Demokrat Parti içinde ikinci sırada bitiren Bernie Sanders, Biden’ın dış politikadaki aşırı müdahaleci tutumunu riskli bulmuş ve eleştirmişti.

Kampanya boyunca ve seçildikten Biden bol bol “Amerika küresel liderlik yapmak zorunda” veya “Amerika’nın liderliğini dünyaya göstermeye geliyorum” gibi açık ifadelerle nasıl bir dış politika izleyeceğinin mesajını verdi.

Biden yönetiminin Amerika’nın dünya liderliğini kesinlikle kanıtlama peşinde olduğu bilinirse, ne pahasına olursa olsun Ukrayna savaşında kaybeden taraf olmak istemeyeceği daha kolay anlaşılır.

Ama aynısı Rusya için de geçerli. Ukrayna’da mağlubiyet Rus devleti açısından sonu öngörülmez gelişmelere yol açacağı için onlar da ne pahasına olursa olsun kaybetmek istemiyor.

Dünyanın en büyük iki nükleer devletinin karşılıklı sert tutumu ciddi riskler doğuruyor. Mesela Avrupa şimdi, tarih boyunca hiç görülmedik ölçüde yüksek nükleer savaş riskiyle karşı karşıya.

Savaşın nasıl biteceği pek çok açıdan belirleyici olacak. Ukrayna’daki son gelişmeleri ve savaşın nasıl biteceği henüz bilinmese de bazı öngörüleri gelecek yazımızda ele alacağız.

Diğer Yazıları