Hitler dönemi faşizmi, tek adam yönetimi, kurumların yok edilmesi ve “halkın düşmanları”na karşı topyekûn baskıyla tarihe geçti. Bugün bire bir aynı tablo yok. Ama covit misali, faşizmin yeni varyantları, demokratik görünümlerin arkasına saklanarak karşımıza çıkıyor.
Trump’ın seçim yenilgisini kabul etmeyip Kongre baskınına giden süreci tetiklemesi… Orbán’ın Macaristan’da, Bolsonaro’nun Brezilya’da kurumları işlevsiz hale getirmesi… Hepsinde aynı desen var: Lider kendini “halkın gerçek sesi” ilan ediyor, yargıdan medyaya tüm kurumları küçümsüyor.
Dahası, her dönem aynı yöntem. Eleştirenler “hain”, “terör destekçisi” yaftasıyla susturuluyor. Güvenlik politikaları sertleşiyor, polis şiddeti olağanlaşıyor.
Başta ABD ve Fransa olmak üzere hemen tüm dünyada moda olan ve dünyayı felakete sürükleyen eğilim bu ve bu eğilimin 1930’lardaki faşizm anlayışından farkı şu: 1930’ların faşizmi demokrasiyi tümüyle reddediyordu. Bugünün otoriter popülizmi ise sandığı, parlamentoyu, anayasayı “maskeymiş gibi” kullanıyor. Böylece kurumlar içeriden çürütülerek çökertiliyor.
Çare belli: Yasama, yürütme, yargı arasındaki dengeyi yeniden kurmak. Adalet algısını ayağa kaldırmak. Sivil toplumu, sendikaları, meslek örgütlerini, özellikle gençleri siyasete ve toplumsal hayata daha fazla katmak.
Türkiye, modern faşizme en yakın ülkelerden biri. Ama çıkış yolu hâlâ açık. Tarih gösteriyor ki, otoriter rejimler ekonomik krizlerle zayıflar; toplumun demokrasi talebi yeniden güçlenir.
Kısacası, panzehir belli: Güçlü kurumlar, örgütlü toplum ve cesur gençler. Bugünün otoriter iklimi, ancak böyle dağılabilir.
Yani, çıkış hem siyasal hem toplumsal hem de ekonomik dinamiklerin kesişiminde mümkün.
Türkiye’yi bu sıkıntılı siyasi iklimden çıkaracak bilgi birikim ve eğitimli akıl hala mevcut. Henüz tükenmedi. Ve hiç şüphem yok ki bu akıl, rayından çıkan devleti de milleti de tekrar rayına sokacaktır, yeter ki Ümitsiz olmayalım.
">
Hitler dönemi faşizmi, tek adam yönetimi, kurumların yok edilmesi ve “halkın düşmanları”na karşı topyekûn baskıyla tarihe geçti. Bugün bire bir aynı tablo yok. Ama covit misali, faşizmin yeni varyantları, demokratik görünümlerin arkasına saklanarak karşımıza çıkıyor.
Trump’ın seçim yenilgisini kabul etmeyip Kongre baskınına giden süreci tetiklemesi… Orbán’ın Macaristan’da, Bolsonaro’nun Brezilya’da kurumları işlevsiz hale getirmesi… Hepsinde aynı desen var: Lider kendini “halkın gerçek sesi” ilan ediyor, yargıdan medyaya tüm kurumları küçümsüyor.
Dahası, her dönem aynı yöntem. Eleştirenler “hain”, “terör destekçisi” yaftasıyla susturuluyor. Güvenlik politikaları sertleşiyor, polis şiddeti olağanlaşıyor.
Başta ABD ve Fransa olmak üzere hemen tüm dünyada moda olan ve dünyayı felakete sürükleyen eğilim bu ve bu eğilimin 1930’lardaki faşizm anlayışından farkı şu: 1930’ların faşizmi demokrasiyi tümüyle reddediyordu. Bugünün otoriter popülizmi ise sandığı, parlamentoyu, anayasayı “maskeymiş gibi” kullanıyor. Böylece kurumlar içeriden çürütülerek çökertiliyor.
Çare belli: Yasama, yürütme, yargı arasındaki dengeyi yeniden kurmak. Adalet algısını ayağa kaldırmak. Sivil toplumu, sendikaları, meslek örgütlerini, özellikle gençleri siyasete ve toplumsal hayata daha fazla katmak.
Türkiye, modern faşizme en yakın ülkelerden biri. Ama çıkış yolu hâlâ açık. Tarih gösteriyor ki, otoriter rejimler ekonomik krizlerle zayıflar; toplumun demokrasi talebi yeniden güçlenir.
Kısacası, panzehir belli: Güçlü kurumlar, örgütlü toplum ve cesur gençler. Bugünün otoriter iklimi, ancak böyle dağılabilir.
Yani, çıkış hem siyasal hem toplumsal hem de ekonomik dinamiklerin kesişiminde mümkün.
Türkiye’yi bu sıkıntılı siyasi iklimden çıkaracak bilgi birikim ve eğitimli akıl hala mevcut. Henüz tükenmedi. Ve hiç şüphem yok ki bu akıl, rayından çıkan devleti de milleti de tekrar rayına sokacaktır, yeter ki Ümitsiz olmayalım.