Geçen gün bir arkadaşım dert yanıyordu. Kızı 5. sınıfta, yıllardır İngilizce derslerine giriyor. Defterleri, test kitapları, ödevleri dolup taşıyor. Ama hâlâ en basit cümleleri bile kurmakta zorlanıyor. “Çocuk her tense’i ezberlemiş ama markette bir yabancıya yol tarif edemiyor” diye anlattı. Tanıdık geldi mi?
Aslında bu hikâye sadece onun çocuğunun değil, Türkiye’deki binlerce çocuğun hikâyesi. Çünkü biz yabancı dili hâlâ ders kitabının sayfalarında öğretmeye çalışıyoruz. Yıllardır aynı kısır döngü: Kuralları, fiil çekimlerini, zaman kiplerini ezberletmek. Çocuğa “be fiilinin çekimini bilmeden konuşamazsın” demek.
Ama gerçek şu: Çocuklar dili böyle öğrenmez.
Çocuklar Dili Kitaptan Değil, Hayattan Öğrenir
Bir düşünelim: Hiçbirimiz Türkçeyi öğrenirken “özne-yüklem uyumu” dersi almadık. Annemiz “şimdiki zaman eki -yor’dur” diye anlatmadı bize. “Geliyorum” demeyi, önce yanlış söyleyip sonra doğruya alışarak öğrendik. “Geldim” dedik, “geliyom” dedik, yanlış söylediysek de kimse bizi tahtaya kaldırıp not kırmadı.
O yüzden mesele çok açık: Bir dili öğrenmenin en doğal yolu, onu yaşayarak öğrenmektir. Çocuklar için İngilizce, kitaplarda bitmek bilmeyen alıştırmalar değil; şarkılarla, çizgi filmlerle, oyunlarla hayatın içine sızdığında anlam kazanır.
Gramer Dayatması Çocuğun Özgüvenini Kırıyor
Ne yazık ki biz daha çocuk iki kelimeyi yan yana getirmeden kuralları dayatıyoruz. “Üçüncü tekil şahıs olursa -s gelir” diyoruz. “Bu cümlede “do yardımcı fiilini unutma” diye uyarıyoruz. Çocuk ise daha konuşmaya başlamadan özgüvenini kaybediyor. Yanlış yapmaktan korkuyor. Hata yapma korkusu, konuşma isteğinin önüne geçiyor.
Oysa bir çocuk “He go school” dediğinde, öğretmen “Yanlış, He goes olacak!” diye kızmak yerine gülümseyerek “He goes to school” şeklinde düzeltse, işte o zaman öğrenme başlıyor. Çünkü dil öğreniminin temelinde hata yaparak ilerlemek vardır. Çocuğun cesaretini kırmadan, konuşmasını teşvik ederek…
Bir yabancı ile sokakta karşılaşan çocuğun aklına önce “gramer kuralı” değil, “acaba kendimi ifade edebilir miyim?” sorusu gelmelidir. Çünkü dilin özü iletişimdir, kurallar ise sadece bu iletişimi kolaylaştıran araçlardır.
Dünyada Farklı Yöntemler Var
Bugün Avrupa’da ve Kanada’da uygulanan “immersion” yani dil banyosu yöntemi bu yaklaşımın en güçlü kanıtı. Çocuklar bazı dersleri, fen bilgisini, müziği ya da resim dersini İngilizce olarak görüyor. Yani İngilizce onlar için ayrı bir “ders” değil, hayatın doğal bir parçası haline geliyor.
Kanada’daki araştırmalar, bu yöntemle eğitim gören çocukların hem İngilizceyi hem de kendi ana dillerini daha güçlü kullandığını ortaya koyuyor. Yani grameri ezberletmek yerine dili yaşatmak, daha sağlam bir temel oluşturuyor.
Bu yöntem sayesinde, bizim yıllarca uğraşıp hâlâ kıramadığımız konuşma bariyerini, onlar daha 10 yaşında aşıyor. Çünkü dili kuraldan değil, yaşantının içinden öğreniyorlar.
Peki bizde durum nasıl? Çocuklarımız 8 yıl ilkokul ve ortaokul boyunca İngilizce görüyor, lisede de devam ediyor. Üniversiteye geldiğinde hâlâ “How are you?” sorusuna cevap verirken bile tereddüt ediyor. 12 yıl boyunca İngilizce dersi alıp da konuşamamak, başlı başına sistemin yanlışlığını göstermiyor mu?
Dil Öğrenmenin Kalbi: Konuşma Cesareti
Dil öğrenmenin ilk adımı cesarettir. Çocuk yanlış yapsa da, aksanlı söylese de, kelimeyi tam hatırlamasa da konuşmaya başlamalıdır. Öğretmenler ve ebeveynler bu süreçte teşvik edici olmalıdır.
Böylece İngilizce, sadece okul sıralarında değil, evin mutfağında, oyun alanında, sokakta da hayat bulur.
Son Söz
Kısacası mesele çok net: Çocuklara İngilizce öğretirken önce grameri değil, konuşma cesaretini vermek zorundayız. Çünkü gramer kitabı bir gün rafa kaldırılır, ama konuşma hayatın içinde hep kalır.
Ve unutmayalım: Dil, tahtada anlatılan kurallarla değil, sokakta söylenen cümlelerle öğrenilir. Bir çocuk yabancıya yol tarif ederken, arkadaşına “Hello” derken, şarkıya eşlik ederken dili öğrenir.
O yüzden asıl sorumuz şu olmalı: Çocuklara kaç tane kural öğrettik değil, onları konuşmaya ne kadar cesaretlendirdik?
Çünkü gerçek şu: Kitap ezberletir, ama konuşma yaşatır.
">
Geçen gün bir arkadaşım dert yanıyordu. Kızı 5. sınıfta, yıllardır İngilizce derslerine giriyor. Defterleri, test kitapları, ödevleri dolup taşıyor. Ama hâlâ en basit cümleleri bile kurmakta zorlanıyor. “Çocuk her tense’i ezberlemiş ama markette bir yabancıya yol tarif edemiyor” diye anlattı. Tanıdık geldi mi?
Aslında bu hikâye sadece onun çocuğunun değil, Türkiye’deki binlerce çocuğun hikâyesi. Çünkü biz yabancı dili hâlâ ders kitabının sayfalarında öğretmeye çalışıyoruz. Yıllardır aynı kısır döngü: Kuralları, fiil çekimlerini, zaman kiplerini ezberletmek. Çocuğa “be fiilinin çekimini bilmeden konuşamazsın” demek.
Ama gerçek şu: Çocuklar dili böyle öğrenmez.
Çocuklar Dili Kitaptan Değil, Hayattan Öğrenir
Bir düşünelim: Hiçbirimiz Türkçeyi öğrenirken “özne-yüklem uyumu” dersi almadık. Annemiz “şimdiki zaman eki -yor’dur” diye anlatmadı bize. “Geliyorum” demeyi, önce yanlış söyleyip sonra doğruya alışarak öğrendik. “Geldim” dedik, “geliyom” dedik, yanlış söylediysek de kimse bizi tahtaya kaldırıp not kırmadı.
O yüzden mesele çok açık: Bir dili öğrenmenin en doğal yolu, onu yaşayarak öğrenmektir. Çocuklar için İngilizce, kitaplarda bitmek bilmeyen alıştırmalar değil; şarkılarla, çizgi filmlerle, oyunlarla hayatın içine sızdığında anlam kazanır.
Gramer Dayatması Çocuğun Özgüvenini Kırıyor
Ne yazık ki biz daha çocuk iki kelimeyi yan yana getirmeden kuralları dayatıyoruz. “Üçüncü tekil şahıs olursa -s gelir” diyoruz. “Bu cümlede “do yardımcı fiilini unutma” diye uyarıyoruz. Çocuk ise daha konuşmaya başlamadan özgüvenini kaybediyor. Yanlış yapmaktan korkuyor. Hata yapma korkusu, konuşma isteğinin önüne geçiyor.
Oysa bir çocuk “He go school” dediğinde, öğretmen “Yanlış, He goes olacak!” diye kızmak yerine gülümseyerek “He goes to school” şeklinde düzeltse, işte o zaman öğrenme başlıyor. Çünkü dil öğreniminin temelinde hata yaparak ilerlemek vardır. Çocuğun cesaretini kırmadan, konuşmasını teşvik ederek…
Bir yabancı ile sokakta karşılaşan çocuğun aklına önce “gramer kuralı” değil, “acaba kendimi ifade edebilir miyim?” sorusu gelmelidir. Çünkü dilin özü iletişimdir, kurallar ise sadece bu iletişimi kolaylaştıran araçlardır.
Dünyada Farklı Yöntemler Var
Bugün Avrupa’da ve Kanada’da uygulanan “immersion” yani dil banyosu yöntemi bu yaklaşımın en güçlü kanıtı. Çocuklar bazı dersleri, fen bilgisini, müziği ya da resim dersini İngilizce olarak görüyor. Yani İngilizce onlar için ayrı bir “ders” değil, hayatın doğal bir parçası haline geliyor.
Kanada’daki araştırmalar, bu yöntemle eğitim gören çocukların hem İngilizceyi hem de kendi ana dillerini daha güçlü kullandığını ortaya koyuyor. Yani grameri ezberletmek yerine dili yaşatmak, daha sağlam bir temel oluşturuyor.
Bu yöntem sayesinde, bizim yıllarca uğraşıp hâlâ kıramadığımız konuşma bariyerini, onlar daha 10 yaşında aşıyor. Çünkü dili kuraldan değil, yaşantının içinden öğreniyorlar.
Peki bizde durum nasıl? Çocuklarımız 8 yıl ilkokul ve ortaokul boyunca İngilizce görüyor, lisede de devam ediyor. Üniversiteye geldiğinde hâlâ “How are you?” sorusuna cevap verirken bile tereddüt ediyor. 12 yıl boyunca İngilizce dersi alıp da konuşamamak, başlı başına sistemin yanlışlığını göstermiyor mu?
Dil Öğrenmenin Kalbi: Konuşma Cesareti
Dil öğrenmenin ilk adımı cesarettir. Çocuk yanlış yapsa da, aksanlı söylese de, kelimeyi tam hatırlamasa da konuşmaya başlamalıdır. Öğretmenler ve ebeveynler bu süreçte teşvik edici olmalıdır.
Böylece İngilizce, sadece okul sıralarında değil, evin mutfağında, oyun alanında, sokakta da hayat bulur.
Son Söz
Kısacası mesele çok net: Çocuklara İngilizce öğretirken önce grameri değil, konuşma cesaretini vermek zorundayız. Çünkü gramer kitabı bir gün rafa kaldırılır, ama konuşma hayatın içinde hep kalır.
Ve unutmayalım: Dil, tahtada anlatılan kurallarla değil, sokakta söylenen cümlelerle öğrenilir. Bir çocuk yabancıya yol tarif ederken, arkadaşına “Hello” derken, şarkıya eşlik ederken dili öğrenir.
O yüzden asıl sorumuz şu olmalı: Çocuklara kaç tane kural öğrettik değil, onları konuşmaya ne kadar cesaretlendirdik?
Çünkü gerçek şu: Kitap ezberletir, ama konuşma yaşatır.