Gelir Dağılımı / Refah Payı Adaletsizliği ve Yaşam Kalitesi

Son birkaç on yıldır OECD ülkelerinde en zengin %1’lik nüfusun gelirden aldığı pay...

R. Bülend Kırmacı r.b.kirmaci@gmail.com

Son birkaç on yıldır OECD ülkelerinde en zengin %1’lik nüfusun gelirden aldığı pay yükselmektedir.

Oxfam raporuna göre Dünyanın en zengin 62 milyoneri, 3,6 milyar insanın toplam gelirine sahiptir.

ABD’nde en zengin % 1, 30 yıl içinde milli gelirin yüzde sekizinden yüzde on dokuzuna ulaşmıştır.

Avrupa’da bile refah artışından yararlanma açısından üst ve orta kesim arasında uçurum vardır.

Yaşlı kıtada, 1979 ile 2005 arasında zenginlerin payı yüzde 400, orta kesimin payı yüzde 21 artmıştır.

O arada en zengin % 1 nüfus içinde de kremanın kreması bir yüzde onluk tabaka oluşmaktadır.

Gelir dağılımı adaletsizliği ve refahtan bölüşülmekte olan payın eşitsizliği bizde de yakıcı bir sorundur.

Türkiye nüfusunun %95’i OECD-34 ortalamasının altındadır bunun yarısı 940 TL/ay geçinmektedir.

Aile temelinde bakarsak nüfusumuzun ilk % 1’i ile son yüzde %5’lik geliri arasında 13 kat fark vardır.

Yani bir yanda ayda 5.600 TL ve üzeri diğer yanda ayda 430 TL ve altında gelir elde edilmektedir.

Öte yandan Milli Gelir sadece beşte birimiz için 13 bin $ geri kalanlarımız için 7000 $ dolayındadır.

Gelir Dağılımı ve Refah Payı adaletsizliği bizde ve her yerde küresel bir sorun haline gelmiştir.

Bu sorun 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde kronikleşen ve 80’lerdeki piyasacılıkla kangrenleşen bir sorundur.

Kitlesel üretimin temaruz ettiği yıllarda gelirin büyük kısmı taşınmaz ve arazilerden gelmektedir.

Kitlesel üretim ile iletişim çağı arasında meslek ve faaliyetler çeşitlenirken faiz devreye girmiştir!

Dün çok kazanan gayrı menkul zenginlerinin kulübünün bugün yeni üyeleri finansmancılardır.

10 milyon Avrupalıyı hedef alan Eurostat Yapısal Gelir Dağılımı 2010 araştırması şöyle demektedir:

Mühendislik ve tıp dışında ücret, maaş gelirleriyle çalışanlarla mavi yakalılar kayba uğramaktadır.

Bu durum, sendikal hakların, emekçi kazanımlarının geriye gittiği ülkemizde daha da yamandır.

Özelleştirmeler, kayıt dışı istihdam, vergi dengesizliği, piyasa düzenleyici araçlardan yoksun kamu…

Bütün bunlar, iç talepteki daralma ve dış satımın tekdüzeliği büyümeyi de refahı da engellemektedir.

Gelir dağılımı adaletsizdir; işe adaletsiz başlanmış; endüstri, finansman, iletişim çağı silsilesinde;

Şirketlerinde hisse senedi sahibi yeni beyaz yakalılar, bankacılarla tüm toplumun kaderini çizmekteler.

Biriken servet belli ellerde yoğunlaşmakta, durağanlık orta kesimlerce değil devletçe aşılmaktadır.

Devlet, “dengeyi” bir ölçüde tutturabilmek için, zam ve harç salmakta, hayat pahalılığı yaratmaktadır.

Refahın paylaşımı da çok sancılı.

Stanford Üniversitesi’nden Charles Jones ve Peter Klenow klasik hesaba yeni veri kattılar.

“Tüketimi çok az ve kendisine ayıracak zamanı az olanlar, sadece tasarrufla zengin sayılamazlar!”

Örneğin ABD’nin milli geliri Fransa’dan çok daha fazla. Dolayısıyla kişi başı geliri de çok.

Fakat, iş insanca tüketmeye ve zamanı özgürce kullanmaya gelince Fransa ABD’nin %60’ı kadar.

Milli Gelir, Refahın yanı sıra günümüzde Yaşam kalitesi de bir büyük olgu olarak beliriyor.

Belirtiliyor ve fakat o açıdan da büyük eşitsizlik ve adaletsizlikler hemen her kıtada görülüyor.

Peki bu sarmal neden, bu sürgün niye ve bu sömürü nasıl böyle devam edebiliyor?

Kaldı ki, hemen her yerde “eşit oya” dayalı bir demokrasi kabulü var değil mi?

Peki nasıl oluyor da gelir ve refah/ servet ve sermaye bu kadar eşitsizlik dağılıyor;

Dağılması bir yana, nasıl oluyor da zengin daha zengin, yoksul daha yoksul hale geliyor?

İşte burada medya ve algı yönetimi devreye giriyor…

'Genel olarak' o mahreçler, o mahfiller de kurulu düzenden yana…

Günümüzde tüketim davranışlarından oy verme alışkanlıklarına etkililer.

Öylelikle üretenler birer seçmen kimliğine bürünseler veya sendika üyesi görünseler de;

Sonuç, değişmiyor!

Oysa, fakirlik denizinde zenginlik adasında yaşamanın sağlayabileceği mutluluk çok tartışmalı…

Tüm bu olgular ışığında dünya yine de daha yaşanılabilir ve sürdürülebilir olanı arıyor.

Bizler de öyle: Daha hakça ve insanca bir yaşamı diliyor, bunun için didiniyor, emekler veriyoruz.

İşe, eğitimden başlamak gerek sanırım.

Eğitim ile endüstrinin bağını kurmak;

İş ve yatırım gücü planlaması yapmak;

Doğal kaynaklara, tarıma sanayi istihdama sahip çıkmak;

Karar alma süreçlerine katılımın kanallarını açmak;

Özgürlükleri geliştirip sendikasında partisinde halkı etkin kılmak;

Vergi adaletini, ücret hakkaniyetini sağlamak;

Üretime, kayıtlı kurallı ekonomiye önem vermek;

Geliri, refahı, yaşam kalitesiyle insan için insanla birlikte insanca bir düzeni kurmak gerek…

">

Son birkaç on yıldır OECD ülkelerinde en zengin %1’lik nüfusun gelirden aldığı pay yükselmektedir.

Oxfam raporuna göre Dünyanın en zengin 62 milyoneri, 3,6 milyar insanın toplam gelirine sahiptir.

ABD’nde en zengin % 1, 30 yıl içinde milli gelirin yüzde sekizinden yüzde on dokuzuna ulaşmıştır.

Avrupa’da bile refah artışından yararlanma açısından üst ve orta kesim arasında uçurum vardır.

Yaşlı kıtada, 1979 ile 2005 arasında zenginlerin payı yüzde 400, orta kesimin payı yüzde 21 artmıştır.

O arada en zengin % 1 nüfus içinde de kremanın kreması bir yüzde onluk tabaka oluşmaktadır.

Gelir dağılımı adaletsizliği ve refahtan bölüşülmekte olan payın eşitsizliği bizde de yakıcı bir sorundur.

Türkiye nüfusunun %95’i OECD-34 ortalamasının altındadır bunun yarısı 940 TL/ay geçinmektedir.

Aile temelinde bakarsak nüfusumuzun ilk % 1’i ile son yüzde %5’lik geliri arasında 13 kat fark vardır.

Yani bir yanda ayda 5.600 TL ve üzeri diğer yanda ayda 430 TL ve altında gelir elde edilmektedir.

Öte yandan Milli Gelir sadece beşte birimiz için 13 bin $ geri kalanlarımız için 7000 $ dolayındadır.

Gelir Dağılımı ve Refah Payı adaletsizliği bizde ve her yerde küresel bir sorun haline gelmiştir.

Bu sorun 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde kronikleşen ve 80’lerdeki piyasacılıkla kangrenleşen bir sorundur.

Kitlesel üretimin temaruz ettiği yıllarda gelirin büyük kısmı taşınmaz ve arazilerden gelmektedir.

Kitlesel üretim ile iletişim çağı arasında meslek ve faaliyetler çeşitlenirken faiz devreye girmiştir!

Dün çok kazanan gayrı menkul zenginlerinin kulübünün bugün yeni üyeleri finansmancılardır.

10 milyon Avrupalıyı hedef alan Eurostat Yapısal Gelir Dağılımı 2010 araştırması şöyle demektedir:

Mühendislik ve tıp dışında ücret, maaş gelirleriyle çalışanlarla mavi yakalılar kayba uğramaktadır.

Bu durum, sendikal hakların, emekçi kazanımlarının geriye gittiği ülkemizde daha da yamandır.

Özelleştirmeler, kayıt dışı istihdam, vergi dengesizliği, piyasa düzenleyici araçlardan yoksun kamu…

Bütün bunlar, iç talepteki daralma ve dış satımın tekdüzeliği büyümeyi de refahı da engellemektedir.

Gelir dağılımı adaletsizdir; işe adaletsiz başlanmış; endüstri, finansman, iletişim çağı silsilesinde;

Şirketlerinde hisse senedi sahibi yeni beyaz yakalılar, bankacılarla tüm toplumun kaderini çizmekteler.

Biriken servet belli ellerde yoğunlaşmakta, durağanlık orta kesimlerce değil devletçe aşılmaktadır.

Devlet, “dengeyi” bir ölçüde tutturabilmek için, zam ve harç salmakta, hayat pahalılığı yaratmaktadır.

Refahın paylaşımı da çok sancılı.

Stanford Üniversitesi’nden Charles Jones ve Peter Klenow klasik hesaba yeni veri kattılar.

“Tüketimi çok az ve kendisine ayıracak zamanı az olanlar, sadece tasarrufla zengin sayılamazlar!”

Örneğin ABD’nin milli geliri Fransa’dan çok daha fazla. Dolayısıyla kişi başı geliri de çok.

Fakat, iş insanca tüketmeye ve zamanı özgürce kullanmaya gelince Fransa ABD’nin %60’ı kadar.

Milli Gelir, Refahın yanı sıra günümüzde Yaşam kalitesi de bir büyük olgu olarak beliriyor.

Belirtiliyor ve fakat o açıdan da büyük eşitsizlik ve adaletsizlikler hemen her kıtada görülüyor.

Peki bu sarmal neden, bu sürgün niye ve bu sömürü nasıl böyle devam edebiliyor?

Kaldı ki, hemen her yerde “eşit oya” dayalı bir demokrasi kabulü var değil mi?

Peki nasıl oluyor da gelir ve refah/ servet ve sermaye bu kadar eşitsizlik dağılıyor;

Dağılması bir yana, nasıl oluyor da zengin daha zengin, yoksul daha yoksul hale geliyor?

İşte burada medya ve algı yönetimi devreye giriyor…

'Genel olarak' o mahreçler, o mahfiller de kurulu düzenden yana…

Günümüzde tüketim davranışlarından oy verme alışkanlıklarına etkililer.

Öylelikle üretenler birer seçmen kimliğine bürünseler veya sendika üyesi görünseler de;

Sonuç, değişmiyor!

Oysa, fakirlik denizinde zenginlik adasında yaşamanın sağlayabileceği mutluluk çok tartışmalı…

Tüm bu olgular ışığında dünya yine de daha yaşanılabilir ve sürdürülebilir olanı arıyor.

Bizler de öyle: Daha hakça ve insanca bir yaşamı diliyor, bunun için didiniyor, emekler veriyoruz.

İşe, eğitimden başlamak gerek sanırım.

Eğitim ile endüstrinin bağını kurmak;

İş ve yatırım gücü planlaması yapmak;

Doğal kaynaklara, tarıma sanayi istihdama sahip çıkmak;

Karar alma süreçlerine katılımın kanallarını açmak;

Özgürlükleri geliştirip sendikasında partisinde halkı etkin kılmak;

Vergi adaletini, ücret hakkaniyetini sağlamak;

Üretime, kayıtlı kurallı ekonomiye önem vermek;

Geliri, refahı, yaşam kalitesiyle insan için insanla birlikte insanca bir düzeni kurmak gerek…

Tüm yazılarını göster