Semte Göre Görev

Güncelleme:



Değerli okurlar son yazımızda Orta Doğu politikasında doğru reçetenin analizini yapacağıma söz vermiştim.  Olaylar ve gelişmeler Türkiye’nin Orta Doğu politikasının genelde ne kadar gerçeklerden uzak, özelde  Lübnan konusunda nasıl sanal olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Ben de bu hafta nacizane kendi analizimi sizlere sunmaktan kıvanc duyuyorum.


 


 


Önce Biraz Arka Plan


 


1)      İran : Orta Doğu’da büyük oyuncudur. İran’ın stratejisi bellidir. İran, Batı’dan zaman çalarak, konuları uzatarak nükleer politikasını ve programını tamamlamak ve nükleer güç olma peşindedir. Bu konuda bölgede Şii ve İslami bağlantilarını sonuna kadar kullanıp, Hizbullah üzerinden İsrail’le, Irak üzerinden ABD ile sıcak çatışma içindedir. Suriye ile dirsek temasındadır. Türkiye’nin tutumuna göre ya Kürtlerle beraberdir ya da Kürtlere karşı Türkiye’nin yanındadır. Sonuç ne olursa olsun, İran kendi nükleer bombasının peşindedir. İran nükleer bomba ürettiği gün, ABD’ye tam anlamı ile ‘posta’ koyacağına inanmış bir ideoloji içindedir. İran dünya süper gücü ABD’ye karşı, bölgesel süper güç olarak elinde nükleer bombası ile dokunulmazlık peşindedir. İran politikasının itici gücü İslam ideolojisidir ve bu çerçeve içinde Müslüman olmayan herkes ABD ve İsrail başta ’Şeytan’ı temsil etmektedir. Basit ve etkili strateji varoşlarda destek bulmaktadır.


     İran müslümanlık kartını, anti ABD ve anti Musevilik kozunu kullanarak Türkiye kamuoyunda lobi faaliyetlerini yürütmektedir. Bir çok insan  ’İsrail’in ve ABD’nin nükleer silahı varken, İran’ın niçin olmasın’ muğalatası içine düşmektedir. Eğer evrensel demokrasiye inanıyorsak, doğru  mantık İran’ın nükleer bomba sahibi olmasını dikte eder. Şayet bu mantık İran’daki mevcut rejimin elindeki nükleer silahların ne zaman nerede kullanılacağını, hangi karar mekanizmasına bağlı olduğunu açıklayamıyorsa, sonuç felakettir. ( 26 Ocak 2006 tarihli ‘Samimiyet yazımda İran konusunu yeterince irdeledim. Arşivden okuyabilirsiniz.)


 


2)      Kıbrıs : Türkiye için giderek çözümlenemez bir hal almaktadır. 1974 Kıbrıs müdahalesinden bu güne Türkiye Kıbrıs’a yılda 600 milyon dolar kaynak aktarmaktadır. Basit bakkal hesabı ile 19 milyar dolar para Kuzey Kıbrıs Cumhuriyetini bitkisel hayatta yaşatmak için harcanmıştır. Özel sohbetlerde  adada yaşayan Türkçe konuşan Kıbrıslıların çoğundan Türkiye ile ilgili pek müspet konuşmalar duymadım. Kıbrıs’ta yaşayan 250 bin Türkçe konuşan Kıbrıslıya bugüne kadar kişi başına 80 bin dolar transfer edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kişi başına gelirinin 3000 dolar olduğunu kabul edersek, bugüne kadar 27 TC vatandaşı 1 KKTC vatandaşı için çalışmış diyebiliriz. Değerli okurlar, ‘Vatan, Millet ve Sakarya’ konularının paraya dökülmesinin olayları basitleştirmek olduğunun farkındayım. Ancak unutmayalım, bu tür konuların ‘hamaset edebiyatına’ girmeden önce arka planda neler var inceliyoruz.


 


3)    Sevr Paranoyasının Boyunduruğu :


        Milli Eğitim sisteminden geçen her fani doğal ve duygusal olarak Sevr  parayonasının etkisi altındadır. İnönü bürokrasisinin hazırladığı müfredat


          programından etkinlenmemek ve parçalanmış bir Anadolu’nun 7   yaşındaki beyinlere nakşedildiği eğitimin  etkisinden kurtulmak zordur. Sevr’in öngördüğü bölünmeyi düşünmek bile toplumsal travmadır. Ulusal bilinçaltında yerleşmiş kabustur.


 Türk dış politikasını Sevr parayonasının boyunduruğunda yürütmek Türkiye’nin gerçek gücünü göstermesini engellemektedir. Bu etkiyi 60 yaşının üzerindekilerde daha şiddetli görmekteyiz çünkü onların ilkokul sıralarında müfredat cok daha taze idi.


Sevr anlaşmasını geçersiz kılan Lozan anlaşmasıdır. Lozan Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu meşru kılan belgedir. Lozan Cumhuriyeti meşru kılmıştır ama Osmanlının mirasının nasıl paylaşılacağını meşru kılmamıştır. Osmanlı mirasının sadece negatif bölümleri Türkiye’nin üzerine yıkılmıştır. Osmanlının dış borçları son kuruşuna kadar   ödenmiştir. Osmanlının Musul petrolleri üzerindeki hakları sonuçlanmadan ’açık uçlu’ sorun olarak masada kalmış ve taraflar tarafından parafe edilmemiştir.


 


Lübnan Reçetesi :


 


Fransa Başkanı Chirac Lübnan’a ’2000 asker fazla’ demeci vermiştir. Türk dış politikasını yürüten monşerler Chirac’ın kendi duygularına tercüman olduğu görüşündedir. Bu pasif tutum Türkiye’nin kaderi olmamalıdır. Türk askerleri, tarihte hiç bir askeri başarısı olmayan, bir İtalyan, bir Fransız komutanın peşine takılıp Lübnan’a gönderilmemelidir.


Türkiye dünyanın beşinci büyük ordusuna sahiptir. Türkiye bölgede büyük oyuncudur. Türkiye’nin sınırları bellidir. Türkiye bölgede kendine yakışacak büyük oyuncu tutumunda olmalıdır.


 AB ve ABD, BM Barış gücü adı altında ‘bandaj’ tedaviler peşindedirler. Bu tedaviler Orta Doğu’da çatışmaları sadece erteler. ABD ve AB aynı İran gibi konuları zamanın akışına bırakmak ve zaman çalmak peşindedir. BM Barış gücü dünyanın hiçbir yerinde bugüne kadar başarılı olamamıştır. Şimdi başarılı olmasını neden bekleyelim ?


 


Türkiye’nin yapacağı bellidir ; 800 bin kişilik ordusu içinden, 35 kişilik subay, astsubay ve uzman çavuşlardan kurulu profesyonel bir orduyu Lübnan’da konuşlandırmak zorundadır. Kendi iradeleri ile askerlik mesleğini seçmiş insanlardan kurulu bir ordu üzerine ‘Mehmetçik kanı’ edebiyatı yapma firsatı ‘ucuz’ kahramanların elinden alınmış olur. Köylü gençlerin dökülmemiş ve dökülecek kanları üzerine hamaset ’edebiyatı’ yapılmaz.


 


 


 


 


 


 


 


Türk Silahlı Kuvvetlerı Tarihsel Görevine Dönebilir :



TSK’nın temellerini Osmanlı ordusuna dayanır. Memluk devletinden bu yana Orta Dogu’da profesyonel askerlik yapmış Türk askerleri geleneklerine geri dönerler. TSK, Demir-çelik-hırdavat, para-borsa-arsa üçgenlerinden  kendini arındırmış, vurucu gücü yüksek, silahlı kuvvetler  olarak tarihi geleneklerine yakışan konumuna dönmelidir. Orta Doğu’da kimsenin toprağında gözü olmayan, bölgesel emperyalist beklentileri olmayan Türkiye, bölgenin ‘ağır abisi’ olduğunu sergilemek durumundadır.
Türkiye niyetini ispat etmek için Kuzey Kıbrıs’ta bulunan 30 bin askerini geri çekmelidir. Geri çekmenin koşulu olarak AB’ye dikte edilecek şart bellidir. Güney Kıbrısın tepeden tırnağa silahlanmış konumundan arınır, Kuzey Kıbrısta  Türkçe konuşan 240 bin Kıbrıslı ile beraber  AB’nin ufak fakat saygın bir üyesi olur.


 


Türkiye gibi büyük iç ve dış borcu olan bir ülkenin Kıbrıs’ta 30 bin veya Lübnan’da 35 bin asker bulundurmasının ekonomik faturası  ağırdır. Türkiye masaya teklifini koyarken, ABD, İsrail ve İran’la pazarlık yapmak zorundadır. Geçmişte Lozan’a imza koyan AB üyelerinin ‘ağabeyi’ ABD için,  Musul petrollerinden alınacak hakkın Lübnan’da askeri harcamaların bedelini karşılamak üzere vermesini onaylatmak, sorun olmaz. ABD kamuoyu Irak’ta gereksiz yere ölen askerlerden bunalmış durumdadır ve çıkış aramaktadır.


Orta Doğu’da Arap nüfusa göre  azınlıkta olan İsrail sadece teknoloji üstünlüğü ile Orta Doğu’da ayakta kalamayacağını çoktan anlamıstır. Arapların, Musevilerin ve Acemlerin Orta Doğu’da birbirlerini sevmeseler bile istikrarlı bir biçimde yaşamalarının tek çaresi Türkiye’nin askeri gücüdür. BM Barış gücü falan filan bu sorunu çözmez !!! Geçmişte Türkiye’nin askeri gücü istikrarı sağlamıştır bugün de sağlayabilir.


Yanlış konuları tartışmak sadece hoş ve boş çay çorba sohbeti olmakta öteye gitiyor.Türkiye’nin Barış gücüne asker gönderip göndermemesi, Çankaya’daki Başkandan, Beyoğlun’daki ‘darbukatöre’ kadar  herkesin ağzında spekülatif sakız olmuştur.


 


Türkiye bir fırsat yakalamıştır. Sözde milliyetçilerin, yeni yetme ulusalcıların, ’umreci’ İslamcıların demogojisinden sakınınız. Türkiye’nin semti Orta Doğu’dur. Türkiye’nin oturduğu mahalle budur. Bu gerçek bir Adana bir Urfa kebabı kadar acıdır.Şimdi  hamle zamanıdır. Bir hamlede , Kıbrıs, Musul ve Lübnan sorununu çözme zamanıdır.


Zahmet edip uzun yazımı okudunuz, ben de izninizle size bir tüyo vereyim. Türkiye Lübnan’da başarılı olsun yeni taleplerle karşılaşacaktır. Sırada Gürcistan var !!!!


 


Diğer Yazıları
IMF, Dünya Bankası ve Türkiye
31 Mart Vakası & 31 Mart Yerel Seçimleri
Bir Türk Kedisinin Amerika Macerası