Prof. Dr. Veysel Batmaz: ''“Orhan Kemal Adorno’yu okudu mu?”''

Prof. Dr. Veysel Batmaz: ''“Orhan Kemal Adorno’yu okudu mu?”''
Güncelleme:

Yeni kitabı 13 Derste Otoriteryen Kişilik'te savaşlarla, sınır ötesi operasyonlarla; göçmenlik, kimlik, sosyal statü, açlık sorunlarıyla boğuştuğumuz bir zamanda tarihte pek çok kez olduğu gibi neo-Nazi, faşist eğilimlerin görünür hale gelip, iktidar olmasının altındaki sebeplerini anlatan Prof. Veysel Batmaz "Polemikten amacım insanları teşhir etmek değil, akademik sakatlıkları, bana hata olarak görünen eksiklikleri ve daha önemlisi de birikimsizliği ortaya koymak" dedi.

Prof. Dr.  Veysel Batmaz’ın kaleme aldığı yazdığı 13 Derste Otoriteryen Kişilik Beyaz Baykuş Yayınları’ndan çıktı.

 “Orhan Kemal Adorno’yu okudu mu?”

Savaşlarla, sınır ötesi operasyonlarla, göçmenlik, kimlik, sosyal statü sorunlarıyla boğuştuğumuz bir zamanda yaşıyoruz. Böyle zamanlarda tarihte pek çok kez olduğu gibi neo-Nazist, faşist eğilimler de dünya çapında görünür olmaya başlıyor. Peki, “insanın biyolojik bir örgütlenmesinin sonucunda zorunlu olarak ortaya çıkmış olan otoritenin türevinin belli bir durumda politik güç haline gelerek sadece aile üyelerini değil tüm kitleleri boyunduruk altına alması olarak ortaya çıkan faşizm ve onun hormonu otoriteryenlik” henüz “otoriteryen kişiliğin” Marksist (eleştirel kuramcı) Frankfurt Okulu etrafında tanımlanması araştırmaları ABD’de (1945 sonrasında) sürerken,  nasıl oluyor da aynı yıllarda Türkiye’de bir romanda birden bire, aynen karşımıza çıkıyor?

Savaşlarla, sınır ötesi operasyonlarla; göçmenlik, kimlik, sosyal statü, açlık sorunlarıyla boğuştuğumuz bir zamanda tarihte pek çok kez olduğu gibi neo-Nazi, faşist eğilimler de görünür hale geldi, iktidar oldu. Peki sebebi ne? Prof. Veysel Batmaz yeni kitabı 13 Derste Otoriteryen Kişilik'te yanıtlıyor…“Otoriteryen Kişilik”; aşırı uyumcu, katı, duygularını baskılayan, otoriteye itaat gösteren, kendinden olmayana karşı aşırı önyargılı, baskılanmış ve bağımlı özelliklerle otoriteyi ele geçirince aslan ve işkenceci kesilen, aynı anda otorite altına girince böcek gibi ezilenleri tarif ediyor. 1930’lu yıllardan bu yana yapılan otoriteryen kişilik üzerine yapılagelen bilimsel çalışmaların bire bir yansıması olan roman ise Nazım Hikmet ile hapishane koğuşlarını paylaşan Orhan Kemal’in Murtaza’sı… 

1945’den sonra üzerinde çalışılan Theodor Adorno ve arkadaşlarının Otoriteryen Kişilik kitabı 1950’de yayınlanıyor, bu kişiliğin kanlı canlı bir örneği olan Bekçi Murtaza’nın baş karakter olduğu Orhan Kemal’in Murtaza romanı 1952’de yayınlanıyor.

 Veysel Batmaz 13 Derste Otoriteryen Kişilik adlı çalışmasıyla hem bizlere Bekçi Murtaza’dan hareketle otoriteryen kişilik hakkında yapılmış çalışmalar eşliğinde bir eleştirel okuma yaptırıyor hem de -her iyi eseri okuduktan sonra olduğu gibi- aklımıza bambaşka soruların peşinden gitmek için çengeller atıyor.

 “Orhan Kemal Adorno’yu okudu mu?”

 “Böyle bir kavramdan ve yayınlardan ve Adorno’dan haberi bile olmayan Orhan Kemal, satır satır ‘Otoriteryen Kişilik’ yapısına sahip bir karakteri neden ve nasıl romanlaştırdı?”

 “Yoksa bu örtüşmenin nedeni, ‘otoriteryen kişilik örüntüsü’, tarihin her zamanında, her yöresinde, her insanında değişik derecelerde görülebilecek çok evrensel bir karakter oluşumu muydu?”

 “İtaat (obedience) ve uyma (conformism) gibi insanların gruplar ve kitleler içinde yaşarken girdikleri bireysellik dışı, bilinçdışı eylemlerinin anahtarı olarak “otoriteryen kişilik” yapısının örüntüsü farklı kültürlerde ve farklı ekonomik koşullarda rastlanan temel bir örüntü müydü?”

 “Asıl soru da bu kişilik yapısı örüntüsünün bileşenlerini birbirinden bağımsız bir edebiyat eserinde ve bilimsel ampirik bir araştırma raporunda aynı yıllarda tıpatıp bulmanın önemi ve anlamı neydi?”

“OTORİTE ALTINDA BÖCEK GİBİ EZİLEN, OTORİTEYİ ELE GEÇİRDİĞİ ANDA ALTINDAKİLERİ BÖCEK GİBİ EZEN BİR KİŞİYE DÖNÜŞÜR.”

Otoriteryenlik toplumdaki her bir bireyin kılcal damarlarında akarak hem kişiliğin hem toplumun sanayileşme ve modernleşme yapılanmasında rol oynar, politik ve ekonomik işleyişten gündelik hayata dek her yerdedir. Aile içi şiddetten, tek kişiye tapınmaya kadar, kadın erkek tüm toplumda acı ve şiddetli sonuçlar yaratan bir sürece yol açan metabolizmik bir katkı maddesi gibidir. Faşizmin ana koynudur.

Prof. Dr. Veysel Batmaz, 13 Derste Otoriteryen Kişilik kitabıyla sosyal psikoloji ve psikanalize konu olan otoriteryenlik kavramını ele alıyor; sado-mazoşist ve faşist karakter ile bağını kuruyor. Le Bon, Freud, Horkheimer, Adorno, Fromm, Reich, Sartre, Bloch, Sanford, Şerif, Kağıtçıbaşı ve daha pek çok düşünür ve bilim insanının gözünden otoriteryen-faşist kişiliğin derinlemesine ve ayrıntılı bir tanımını yapıyor ve ilk kez 1952’de yayımlanan Orhan Kemal’in Murtaza romanındaki Bekçi Murtaza’nın tipik bir otoriteryen kişiliği temsil ettiğini ortaya çıkartıyor ve soruyor:

“Orhan Kemal Adorno’yu okudu mu?”

Veysel Batmaz, bu kitapla sosyal psikoloji ve kişilik kuramları alanında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı ve eleştirel literatür çalışmasına imza atıyor.

Yeni kitabı 13 Derste Otoriteryen Kişilik'te savaşlarla, sınır ötesi operasyonlarla; göçmenlik, kimlik, sosyal statü, açlık sorunlarıyla boğuştuğumuz bir zamanda tarihte pek çok kez olduğu gibi neo-Nazi, faşist eğilimlerin görünür hale gelip, iktidar olmasının altındaki sebeplerini anlatan Prof. Veysel Batmaz "Polemikten amacım insanları teşhir etmek değil, akademik sakatlıkları, bana hata olarak görünen eksiklikleri ve daha önemlisi de birikimsizliği ortaya koymak" dedi.

Ekdergi.com’dan Ali Şimşek'in sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Veysel Batmaz "Çoğunlukla gözlenen akademik yazı kuruluğunda hiçbir zaman yazmadım yazılarımı. Okuyanlar bilir. Polemikten amacım insanları teşhir etmek değil, teşhir de kaçınılmaz olarak var tabii, tam tersine akademik sakatlıkları, bana hata olarak görünen eksiklikleri ve daha önemlisi de birikimsizliği ortaya koymak." dedi.

ALİ ŞİMŞEK: Bu yeni kitabının alt başlığı çok çarpıcı. Orhan Kemal gibi Marksist bir Türk romancısının, “Eleştirel Kuram” olarak bilinen Frankfurt Okulu’nun kurucu üyelerinden biri olan Marksist filozof Theodore Adorno’yu okuyup okumadığını soruyorsun, biz de soralım: Okudu mu?

VEYSEL BATMAZ: Okumadı. Ancak asıl değerli ve kuramsal soru, Adorno’nun Orhan Kemal’i okuyup okumadığıdır. O da okumadı. Orhan Kemal gibi bir romancının, filozof veya edebiyatçı olan Avrupa Marksistlerince okunmaması büyük bir düşünce üretimi kaybıdır. Bizde bu tür kaynaklar çoktur. Herkes Nazım Hikmet’i ve Yaşar Kemal’i okudu. Onlar da değerli hiç kuşkusuz. Ancak Sovyetler Birliği ve Yaşar Kemal’in karısı olmasaydı, okunurlar mıydı kuşkuluyum. Aziz Nesin de Sovyetler Birliği’nde bilinir ve çokça okundu. Hikmet Kıvılcımlı, Doğan Avcıoğlu, Kemal Tahir, Azra Erhat, Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), Sabahattin Eyüpoğlu, Sabahattin Ali gibi (aklıma hemen gelenler bunlar) düşünür ve edebiyatçılar da okunsalardı Avrupa Marksist literatürü daha zengin olurdu. Bu saydıklarım çok orijinal katkılar ortaya koyan Türk entelektüelleridir. Avrupa bunlarsız oldukça eksik kalmıştır. Orhan Kemal Avrupa’da okunsaydı, Nobel bile kazanırdı. Kuşkusuz bu öneri daha birçok Avrupa dışı ülke için söylenebilir. Sanılmasın ki, Avrupa’ya avrupamerkezci gibi ya da bizim “kendini oryantalize edenler” gibi bakıyorum. Şunu iyice bilelim ki Avrupa bugünkü hayatımızı saran “global moderniteyi” yarattı. Bunun için önemli. Avrupa’yı oluşturan, Zeus’un metresi Golden Horn’da (Haliç’te) ölen Europa’dır ve yaratan da İyonyalı (batı Anadolulu) bilimci ve düşünürlerdir. Bu nedenle Avrupa’nın geçmişi Batı Anadolu’dadır. Burada oluşanlara göz atmalıydı; kulak vermeliydi Avrupa. En azından Avrupalı Adorno, Orhan Kemal’i okumalıydı.

ALİ ŞİMŞEK: Bu söylediklerin çok ilginç ve önemli ve ayrıca konuşulmalı, ancak son kitabına gelelim biz: Orhan Kemal’i bir metafor gibi kullanıyorsun. Ben mi yanılıyorum? Kitap, sosyal psikolojinin en önemli konularından birini içeriyor ancak oldukça polemiksel ve eleştirel de. Bir bilim konusunu polemik haline getirmek neden? Orhan Kemal’i metafor yapmak neden?

Prof. Dr. Veysel Batmaz: ''“Orhan Kemal Adorno’yu okudu mu?”'' - Resim : 3VEYSEL BATMAZ: Evet metafor(m), eleştirellik ve polemik var; benim yazılarımın tümünde var. Zaten Kant’ın izinde “çağımız eleştiri çağı”. Üçü de var: Metefor, polemik ve eleştiri. Bu çağımızın üç gereği. Ancak yapıcılık da var sanırım. Çünkü bu üç yönelme temelde bir yapıcılık yaratmamışsa, boşa harcanmış bir zaman ve emeğe eşittir. Hayatı boş görenlerden değilim. Son kitabım, bu konudaki Hocam Mehmet Gürkaynak ile yaptığımız çevirileri ve derlememi içeren Otoriteryen Kişilik ve Uyma kitabıma yazdığım önsözü daha da açık hale getirerek, Türk akademisyenlerine bir kılavuz olmak amacıyla yazıldı. O önsözün başlığı “Adorno’nun Sarkacı” idi. Türk akademik ve popüler sosyal bilim literatürüne anti-pozitivistlerin piri olarak tanıtılan Adorno’yu ele alarak, yazarlarından biri olan The Authoritarian Personality kitabı ve araştırmasında içine düştüğü tezadı, bir oraya bir buraya salınımını sergilemek için kullanmıştım bu başlığı. Bu önsözü yazdığım tarihlerde de Umberto Eco’nun Foucault’un Sarkacı kitabını okuyordum. Eco’nun bu başlıkla semiyolojik bir hinlik yaptığını düşünmüştüm. Roman Michel Foucault ile ilişkisiz olduğu halde (ki bu “ama edebi bir şaka yaptığım kuşkusuz” diyen Eco tarafından kinayeli bir biçimde onaylanmıştı.) Fransız fizikçi Léon Foucault’nun kürenin (dünyanın) dönüşünü ortaya çıkartmaya çalışan bir sarkaç deneyi yapması metaforunu kullanmasından da ibaret değildi. O sırada, kitabın tanıtımında Chicago Tribune gazetesinde çıkan bir yorumu okuyunca, Adorno’nun da aynı sarkacın içinde olduğunu düşünmüştüm. Yorum şöyleydi: “Foucault’un Sarkacı’nda, Eco, Batı aklının gizemli turunu yapıyor.” Batı aklı, Tapınak Şövalyeleri’nden Kabala’ya oradan da Descartes ve Hume’a, Marx’a ve Foucault’a kadar salınan bir sarkaçtan ibaretti. Doğal bir durumdu bu salınım kuşkusuz, düşünce yaratımında. Yine o sıralarda, Atatürk’ün “Mu İmparatorluğu” ilgisini de kitaplaştırıyordum: Atlantis’in Dili Türkçe. Bütün bunlar üst üste binince, Adorno’nun çok anti-pozitivist geçinen aklı ile ampirizmin batağına “batmışlığı” (pratiği) arasında gel gitleri “sarkaç” metaforu ile canlandırmış oldum. Sanki Eco’nun Batı “aklındaki” sarkacımsı salınımı anlatmak için postmodernist Foucault ile fizikçi Faucault arasındaki imlediği farklılığı romanına başlık yaptığı gibi, bu gel gitin Adorno’da da doğal olarak var olduğunu imlemek amacımdı.

Prof. Dr. Veysel Batmaz: ''“Orhan Kemal Adorno’yu okudu mu?”'' - Resim : 4 O önsöz’den sonra, “otoriteryen kişilik” ile ilgili okumalara devam ettim. Ünsal Oskay’ın öğrencisi ve asistanı olarak da tabii ki Frankfurt Okulu hakkında ne çıkarsa okudum. Ünsal Hoca’nın “umarım Benjamin’i seversin” dileğine rağmen Frankfurtçuların özellikle psikoloji ve sosyoloji (kültür) üzerine yazanlarını pek sevmedim. Şöyle ki akademik hayatımın tüm ilmekleri birbirine düğümlüdür. Mehmet Gürkaynak Hoca ile daha ODTÜ’de onun öğrencisi olduğum dönemde Nevitt Sanford’un “Yetkeci Kişilik” (Otoriteryen Kişilik) yazısını çevirmiştim. Hocam Çağlar Keyder derslerinde Adorno ve Frankfurt Okulu’nu işliyordu. Ünsal Hoca’nın yanına (Mülkiye, SBF-BYYO) gidince zaten Frankfurt Okulu meselesinin tamamına vakıftım. Bu vukuflu olmamın bana Annenberg School for Communication’da Carolyn Marvin ve George Gerbner’in derslerinde de çok katkısı oldu. Otoriteryen Kişilik ve Uyma kitabı dört çeviriden oluşmuştu: Nevitt Sanford, Stanley Milgram, Muzaffer Şerif ve Salomon Asch. Bu dört çeviri de hem otoritenin ne olduğunu hem de otoriteye uyma’nın ne olduğunu en temel kaynaklar olarak sergiliyordu. Adorno’nun ise bu çerçevede yeri yoktu. Ancak, adı The Authoritarian Personality kitabının, alfabenin bir cilvesi olarak, ilk yazarı göründüğünden, Türkiye’de çoğu kişi onu bu araştırma içindeki önemli bir katkıcı şahsiyet olarak algılıyordu. Üstelik anti-pozitivizmin başkahramanı olarak. Bu bugün de böyledir. 13 Derste Otoriteryen Kişilik kitabıma ilk karar verişim böyle oldu. Sonra ise baktım ki, sadece Adorno değil, konuyla ilgili olan, medyacı veya bilimci Türkiye’de hemen herkes aynı sarkaca sahip.

ALİ ŞİMŞEK: Yine ilginç bir öykü. Senin akademisyenliğin zaten, fazla kimsenin haberdar olmadığı ilginçliklerle dolu. Peki, Orhan Kemal nerden girdi meseleye?

VEYSEL BATMAZ: Onun hayatıma ve bu kitaba girişi, Yansıma dergisi yazılarıma kadar gider. Mehmet Veysel imzası ile “Orhan Kemal Somutluğu” başlıklı bir yazı yazmıştım 1972 yılında Yansıma dergisinde. O zamanlar, yirmi yaşlarındayım ve Amcam Cahit Batmaz sayesinde bir edebiyat kurduydum. Tırtıl demek daha doğru. Edebiyatı orasından burasından tırtıklıyordum. Bence Türkiye’nin en güzel şairlerinden biri olan edebiyat ustası Tekin Sönmez beni yazar yapan kişidir. Yazımı çok beğenmişti. O yazıyı yazmamın nedeni Murtaza romanıydı.1969 yılında dördüncü baskısını yapmıştı. Çok etkilenmiştim okuduğumda. Bekçi Murtaza’nın trajik-komik hayatı ve sado-mazoşist karakteri, bana çok somut görünmüştü ve yazının başlığında da bu yüzden yer almıştı. Garibime giden de aynı kişi nasıl hayatının bir kısmında işkenceci ve baskıcı, diğer kısmında ise ezilen, aşağılanan ve sürünen biri olabiliyordu? O zamanlar bu konuda hiçbir kuramsal birikimim veya araştırmışlığım yoktu. Hatta bazı yazı dostlarımdan, yazıdaki “somutluk” ibaresinin çok da yerine oturmadığını, Murtaza kişiliğinin öyle sık rastlanan bir tip olmadığını ve Orhan Kemal’in imgesel dünyasında yer alan komik ve soyut biri olduğunu söyleyerek beni uyarmışlardı. Bu düşünceler çok kısa süre sonra başlayan ODTÜ döneminde Yetkeci Kişilik, itaat (obedience) ve uyma (konformizm) ile uğraşırken aklıma gelmedi. O zamanlar işkence, hapishane ve gözaltı kıskacı içindeydim. İşkenceci ve otoriter kişileri bizzat görüyordum. Ancak Murtaza kişiliği ile onlar arasında bir bağ kurmamıştım. Daha sonra sosyal psikoloji asistanı olarak Barlas Tolan ve Ünsal Oskay ile aynı ortamlarda bulunmaya başlayınca ve Barlas Tolan’dan Durkheim’ın “anomi” (normsuzluk, kuralsızlık) kavramını öğrenip, “otoriteryen kişilik” üzerine yapılmış o ünlü 1950’de yayınlanan çalışmayı duydukça, zaman zaman “Murtaza” aklıma gelmedi değil fakat tam bir ilişkiyi kurmamıştım. Taa ki Otoriteryen Kişilik ve Uyma kitabının önsözünü yazana kadar. O yazı ile birlikte Murtaza romanının defalarda yeniden okudum. Artık benim için taşlar yerli yerindeydi ve Orhan Kemal “somut” bir yazardı. Orhan Kemal otorite’nin her tanımını, romanında adeta bir bilimci titizliği ve edebiyatçı gerçekçiliği ile kaleme almıştı. Sayfa sayfa romandaki tüm betimlemeleri, Freud, Fromm, Sanford ile ilişkilendirmeye başladım. Orhan Kemal zaten Le Bon ile ilişkilendirmişti romanda.13 DERSTE OTORİTERYEN KİŞİLİK çıktı ortaya. Kitabı yazarken, “Adorno’nun Sarkacı”’nı iyice anlatmam gerektiğini düşündüm hep. Daha önce söylediğimi tekrar edeyim: … baktım ki, sadece Adorno değil, konuyla ilgili olan, medyacı veya bilimci Türkiye’de hemen herkes aynı sarkaca sahip; bu da kitabın çok sevdiğim polemik tarafını oluşturdu. Konu ile ilgili Türkiye’deki durumu satirik olarak eleştirelliğe sahip bir akademik düzeyde ele almam gerekiyordu. Bunu yaptım. Hem akademisyenlere hem de genel okura hitap eder tarzda yazdım. Öyle ya günümüzün sorunu “otoriteryenlik”.

ALİ ŞİMŞEK: Oldukça amacına ulaşmışsın gibi görünüyor. Hem sağcı hem solcu herkese sataşma var. Bir akademik kitapta pek görülmeyen biçimiyle…

VEYSEL BATMAZ: Çoğunlukla gözlenen akademik yazı kuruluğunda hiçbir zaman yazmadım yazılarımı. Okuyanlar bilir. Polemikten amacım insanları teşhir etmek değil, teşhir de kaçınılmaz olarak var tabii, tam tersine akademik sakatlıkları, bana hata olarak görünen eksiklikleri ve daha önemlisi de birikimsizliği ortaya koymak. Bunu Medyaya Düşman Yetiştiriyorum kitabımda medyacılar için yaptım. Kıbrıs’ı Verelim Musul’u Alalım’da tarihçiler ve Kemalistler ve Atatürkçüler için yaptım. (Ben Kemalist de Atatürkçü de değilim, “Marksist Mustafa Kemalciyim”, aynı Deniz Gezmiş gibi); Atlantis’in Dili Türkçe’de dilci ve Türkologlar (özellikle de Belgegiller ve Ardıçgiller) için yaptım. Arif Dirlik çevirilerine yazdığım önsözlerde Sosyal Bilimciler (Berktay, Fatma da dahil ve şürekası) için yaptım. Farklı bilgi alanlarına yönelik olsa da bu polemiksel eleştirelliğin ortak noktası her seferinde isim vererek, anonim eleştiri yapmayarak yapmış olmam. Bu konuda bana yöneltilen “kişiselleştirme” suçlamasına da dudak bükerim. Hata, kişilerce yapılır. Yani suç kişiseldir. Ama suç mahkum edilir, öyle gözükse de yapan değil. Adama bakmam, lafa bakarım.

ALİ ŞİMŞEK: Evet, kişileri, kişiliklerinden dolayı değil de işledikleri akademik veya kuramsal suçlar bakımından eleştirmek kulağa hoş geliyor. Şimdi kitaba gelelim…

VEYSEL BATMAZ: Kişilikler beni ilgilendirmez. Yazılanlar veya yapılanlar benim ölçütlerimin referans noktaları. Ancak bu yapılanları, isim vermemekle de kimin yaptığını, gizleyemem. Sanki herkes yapıyor izlenimini vermemek gerektiğini düşünüyorum. Gerekirse, düşünsel olarak karşı uçlarda bulunduğum Kadir Mısıroğlu’ndan da, Semih Yalçın’dan da, Semih Tufan Gülaltay’dan da yararlanırım. Bir daha söyleyeyim. Adama değil lafa bakarım. Celâlettin Rumi gibi değilim yani. 13 Derste Otoriteryen Kişilik kitabına gelelim: “Otoriteryen kişiliğin”, kavramı yaratanlar tarafından açıklanış ve tanımlanışını, Orhan Kemal’in “Bekçi Murtaza” karakteri ile birleştirerek, tarihsel ve kurumsal gelişimi ile ve Türkiye’deki algılanış ve kullanış biçimlerini eleştirerek ve başta da Adorno’nun ne kadar pozitivist işler yaparak anti-pozitivist geçindiğini ve algılandığını 13 derste anlatıyorum. Kitabın önemli bir bölümünde, Yahudiliğin bir bilimsel serüvende oynadığı rolü sergiliyorum. Gerisini okur keşfetsin.

ALİ ŞİMŞEK: Son bir soru: Neden 13 Ders?

VEYSEL BATMAZ: Sürekli ders alıyoruz bu hayatta. Modernitenin bize musallat ettiği bir şey. Şimdi YouTube gibi erişim araçları ile bu dersler herkese açık ve dinlenir, görülür hale geldi. Ben de kırk yıldır ders veriyorum. Ders vermeyi çok severim. 13 olması da, bugünkü haliyle üniversitelerde bir sömestrde verilen derslerin 12-14 haftaya bölünüyor olması. Ortası 13 hafta. Bir diziye de dönüşebilir. Destek Yayınları sahibesi Yelda Cumalıoğlu ve Ertürk Aşkun ile pandemi öncesi 2018’de yaptığımız bir sohbette doğdu fikir. “100 Soruda”, “50 Soruda” gibi diziler bol. Biraz değiştirdik. “13 Derste” dedik. Geçenlerde bir arkadaşım bildirdi; Yuval Noah Harari de 21 Lessons fort he 21st Century diye bir kitap yayınlamış. Ancak, ne zaman düşündü bilmiyorum, kitabı Ağustos 2018’de yayınlanmış. Dedim ya; biz daha önce, Mayıs 2018’de düşünmüştük. Tabii bu işin latifesi… Dedim ya, ders anlatmayı severim. İyi de anlattığımı söylerler. Umarım yazımını da becermişimdir. Genç akademisyenlere da kılavuz olur umarım. Genel okur da okur, ders alır.

ALİ ŞİMŞEK: Teşekkürler. Okura uyarım şu benim. Veysel Batmaz’ın yazı biçemi ilk karşılaşınca çetrefilli ve uğraştırıcı gibidir; beni derslerine konuşmacı olarak çağırdığı için biliyorum, ders anlatması da öyle. Ancak bir kere şifrelerini çözünce, çok bilgilendirici, bilişsel düğümleri çözücü ve öğreticidir. Oldukça da şematik. Her kısım bir başkası ile sıkı bir bağlam içindedir. Haz alınarak dinlenir ve okunur! Özellikle de, dipnotları veya açıklayıcı kenar kutuları veya “sonnotları” ile birlikte okuyun… Asıl gizli hazine bazen Veysel Batmaz’ın bu notlarındadır. Kolay gelsin…