İsveç’le 20 ay pazarlık yaparak ne kazandık?

Haber3.com yazarı Haluk Özdalga yazdı: İsveç’le 20 ay pazarlık yaparak ne kazandık?

Haluk Özdalga haluk.ozdalga@haber3.com

Türkiye 20 ay süren pazarlıklardan sonra nihayet geçen hafta İsveç’in NATO üyeliğine yeşil ışık yaktı. Pazarlık süreci Türkiye açısından ne gösterdi?

Veya, uzun pazarlıklar sonunda ne kazandık ne kaybettik?

Cevap basit. Zaten bildiğimiz bir husus bir kez daha doğrulandı. AKP iktidarı yönetemiyor, yaptığı yanlışlarla Türkiye’ye sürekli zarar veriyor. Muhalefet bir seçenek ortaya koyamıyor.

Kazandığımızdan daha fazlasını kaybettik.

Uluslararası sistem derin bir dönüşüm geçiriyor, çok kutuplu (çok taraflı) bir sisteme doğru evriliyor. Yeni sistemin başat oyuncuları muhtemelen ABD, Çin, Rusya, Avrupa ve Hindistan olacak. Şimdi yeni düzenin dengeleri kurulana dek sürecek geçiş döneminin şiddetli istikrarsızlıkları ve sarsıntılarını yaşıyoruz. Bu dönemde yanlışların faturası daha ağır olabilir.

*     *     *

Türkiye’nin çıkarları, İsveç’in üyelik başvurusunu fazla uzatmadan ve kapalı çarşı pazarlığına girişmeden işi bitirmeyi gerektiriyordu. İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye’nin çıkarlarıyla çatışan yönü yok. Ayrıca Türkiye’nin, hele mevcut uluslararası koşullarda, NATO’nun Kuzey Avrupa’daki genişlemesini bloke edebilecek gücü de yok.

Evet, Türkiye ve İsveç arasında özellikle PKK’nın faaliyetleri açısından sorunlar var. Ama o sorunların çözüm yolu, kamuoyu önünde demeçler sıkarak atışmak değil sessiz diplomatik müzakereler olmalıydı.

Bütün bunları ayrıntılı gerekçeleriyle krizin ilk günlerinde yazmış, aynı zamanda şu öngörüde bulunmuştuk:  

İşi şark pazarlığına döken AKP’nin direnişi ne kadar sürerse sürsün, günün sonunda küçük bazı ödünler karşısında yeşil ışık yakacak. Ama kaybettikleri, o küçük ödünlerden daha fazla olacak. AKP iktidarının ne yapacağı öngörülemeyen, devamlı zikzak çizen imajı güçlenecek. Çözmeyi beceremediği kendi iç sorunlarını bahane ederek uluslararası platformlarda arıza çıkaran, süreçleri tıkayan, hırçın ve mızıkçı görüntüsü koyulaşacak.

*     *     *

Süreç maalesef öngördüğümüzden bile daha kötü yönetildi. Önce medyaya bol ve haşin demeçler verildi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: “İsveç Stockholm’ün caddelerinde teröristleri gezdiriyor, kendi polisleriyle onları güvence altına alıyor.”

Erdoğan: “… (iadesi istenen kişileri) teslim edeceklerini dahi söyleseler biz şuna inanırız, bir delikten iki kez Müslüman sokulmaz… İsveç terör örgütlerinin zaten kuluçka merkezi…”

MHP lideri Devlet Bahçeli : “Kandil Dağı neyse Stockholm aynısıdır.”

Sonra Ankara’nın medyaya yansıtılan talepleri daha çok iadesi istenen kişilere yoğunlaştı.

Önce İsveç’ten 33 kişinin istendiği açıklandı. İsimleri ve fotoğrafları medyada yayınlandı.

Listedeki isimler arasında yıllar önce ölen veya İsveç -ve AB- hukukuna göre suç oluşturan fiili bulunmayan kişiler vardı. Türkiye ile hiçbir ilgisi olmayan, İranlı Kürt asıllı İsveç vatandaşı Amineh Kakabaveh de iadesi talep edilenler arasındaydı. Kakabaveh o sırada İsveç meclisinde milletvekili idi.

Daha sonra Erdoğan bir dış geziden dönerken uçaktaki gazetecilere, 73 kişinin iadesini istediklerini açıkladı: “İsveç 73 teröristi bize gönderecek.”

Ama kim oldukları anlaşılamadı.

İsveç Başbakanı Kristersson’un Ankara ziyareti sırasında düzenlenen ortak basın toplantısında, İsveçli bir gazetecinin “Acaba tam olarak İsveç’ten talebiniz nedir?” sorusunu Erdoğan, şaşırtıcı şekilde, isim vererek yanıtladı: “…İsveç’te olan bir tanesi var ki ismini de vereceğim; Bülent Keneş, mesela bu teröristin Türkiye’ye deport edilmesi bizler için büyük önem arz ediyor.”

Bütün bu taleplerin sonunda, AKP grup sözcüsünün TBMM’deki açıklamasına göre (23.1.2024, üçüncü oturum), sadece bir (1) PKK üyesi Türkiye’ye iade edildi. Ama açık kaynaklardan, iade edilen kişinin uyuşturucu kaçakçılığından hükümlü bir “PKK sempatizanı” olduğunu okuduk.

Derken AKP, en yetkili ağızdan el artırdı. Erdoğan’ın, ayaküstü değil yazılı metinden okuyarak dile getirdiği yeni talep şöyleydi: “50 yılı aşkın zamandır Avrupa Birliği kapısında bekletilen bir Türkiye var… önce gelin Türkiye’nin AB’de önünü açın, ondan sonra biz de İsveç’in önünü açalım… Biz Türkiye’yiz. Biz bir Çatladıkapı ülkesi değiliz…”

Aniden gelen bu talep AB şansımızı artırdı veya İsveç’le müzakerelerde Ankara’nın elini güçlendirdi mi? Yoksa ilgili çevreler tarafından acı bir çaresizlik ifadesi olarak mı okundu? Siz karar verin.

Nihayet 20 ay sonra İsveç’e yeşil ışık yakıldığında AKP sözcülerinin ileri sürdüğü kazanımlar, İsveç’in yaptığı bazı yasal düzenlemeler ve silah ambargosunun kaldırılmasından ibaret kaldı.

Ama bu sonuçların hepsine veya çoğuna, diplomatik müzakere becerisini kullanabilen bir iktidar kolaylıkla ulaşabilirdi. Zaten Kanada aynı günlerde uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı.

Pazarlıkların son aşamasında ön plana çıkan Amerika’nın F-16 satışı ise, aslında İsveç konusuyla bağlantılı değildir. AKP’nin pusulası bozuk politikası öyle bir görüntü kazandırdı ama, F-16 sürecini kolaylaştırmadı, hatta muhtemelen geciktirdi. Biden yönetimi mevcut koşullarda o satışı destekleyeceğini çok erken tarihlerde belli etmişti. Çünkü aksi büyük haksızlık olurdu ve ağır bir kriz patlayabilirdi.

Süreci 20 ay boyunca Erdoğan yönetti, muhalefet onun peşine takıldı, onun oluşturduğu tartışma çerçevesinin dışına çıkamadı. Kayda değer bir alternatif tavır koyamadı.

Son bilançoda, elde edilen ödünlere değmeyecek kadar büyük bir bedel ödendi. Mızıkçı, ne yapacağı öngörülmez ve sürekli arıza çıkaran yönetim görüntüsü, kifayetsiz ama muhteris AKP iktidarına iyice yapıştı.

AKP, çevremizde yaşanan hayati gelişmeler karşısında kullanabileceği siyasi sermayesini çarçur etti, kendisini etkisizliğe sürükledi.

Batılı politikacıların elbet bu gerçekleri AKP’li siyasetçilerin yüzüne söylemeyecek. Ancak başta Erdoğan, yaşayarak görecekler. Bedeli Türkiye ödeyecek.

Stockholm’deki Türkiye Çalışmaları Enstitüsü Başkanı Paul Levin, bir Türkiye uzmanıdır. Hiç kuşkusuz Türkiye’ye sıcak bakan bir isim ve politik görevi olmadığı için rahat konuşabiliyor. Türkiye’nin onayından sonra yaptığı değerlendirmede, bizim 20 ay önce işaret ettiğimiz hususu vurguluyor: “Türkiye’nin Cumhurbaşkanı bazı kazanımlar elde etti, ama aynı zamanda kendi ayağına kurşun sıktı…”

">

Türkiye 20 ay süren pazarlıklardan sonra nihayet geçen hafta İsveç’in NATO üyeliğine yeşil ışık yaktı. Pazarlık süreci Türkiye açısından ne gösterdi?

Veya, uzun pazarlıklar sonunda ne kazandık ne kaybettik?

Cevap basit. Zaten bildiğimiz bir husus bir kez daha doğrulandı. AKP iktidarı yönetemiyor, yaptığı yanlışlarla Türkiye’ye sürekli zarar veriyor. Muhalefet bir seçenek ortaya koyamıyor.

Kazandığımızdan daha fazlasını kaybettik.

Uluslararası sistem derin bir dönüşüm geçiriyor, çok kutuplu (çok taraflı) bir sisteme doğru evriliyor. Yeni sistemin başat oyuncuları muhtemelen ABD, Çin, Rusya, Avrupa ve Hindistan olacak. Şimdi yeni düzenin dengeleri kurulana dek sürecek geçiş döneminin şiddetli istikrarsızlıkları ve sarsıntılarını yaşıyoruz. Bu dönemde yanlışların faturası daha ağır olabilir.

*     *     *

Türkiye’nin çıkarları, İsveç’in üyelik başvurusunu fazla uzatmadan ve kapalı çarşı pazarlığına girişmeden işi bitirmeyi gerektiriyordu. İsveç’in NATO üyeliğinin Türkiye’nin çıkarlarıyla çatışan yönü yok. Ayrıca Türkiye’nin, hele mevcut uluslararası koşullarda, NATO’nun Kuzey Avrupa’daki genişlemesini bloke edebilecek gücü de yok.

Evet, Türkiye ve İsveç arasında özellikle PKK’nın faaliyetleri açısından sorunlar var. Ama o sorunların çözüm yolu, kamuoyu önünde demeçler sıkarak atışmak değil sessiz diplomatik müzakereler olmalıydı.

Bütün bunları ayrıntılı gerekçeleriyle krizin ilk günlerinde yazmış, aynı zamanda şu öngörüde bulunmuştuk:  

İşi şark pazarlığına döken AKP’nin direnişi ne kadar sürerse sürsün, günün sonunda küçük bazı ödünler karşısında yeşil ışık yakacak. Ama kaybettikleri, o küçük ödünlerden daha fazla olacak. AKP iktidarının ne yapacağı öngörülemeyen, devamlı zikzak çizen imajı güçlenecek. Çözmeyi beceremediği kendi iç sorunlarını bahane ederek uluslararası platformlarda arıza çıkaran, süreçleri tıkayan, hırçın ve mızıkçı görüntüsü koyulaşacak.

*     *     *

Süreç maalesef öngördüğümüzden bile daha kötü yönetildi. Önce medyaya bol ve haşin demeçler verildi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: “İsveç Stockholm’ün caddelerinde teröristleri gezdiriyor, kendi polisleriyle onları güvence altına alıyor.”

Erdoğan: “… (iadesi istenen kişileri) teslim edeceklerini dahi söyleseler biz şuna inanırız, bir delikten iki kez Müslüman sokulmaz… İsveç terör örgütlerinin zaten kuluçka merkezi…”

MHP lideri Devlet Bahçeli : “Kandil Dağı neyse Stockholm aynısıdır.”

Sonra Ankara’nın medyaya yansıtılan talepleri daha çok iadesi istenen kişilere yoğunlaştı.

Önce İsveç’ten 33 kişinin istendiği açıklandı. İsimleri ve fotoğrafları medyada yayınlandı.

Listedeki isimler arasında yıllar önce ölen veya İsveç -ve AB- hukukuna göre suç oluşturan fiili bulunmayan kişiler vardı. Türkiye ile hiçbir ilgisi olmayan, İranlı Kürt asıllı İsveç vatandaşı Amineh Kakabaveh de iadesi talep edilenler arasındaydı. Kakabaveh o sırada İsveç meclisinde milletvekili idi.

Daha sonra Erdoğan bir dış geziden dönerken uçaktaki gazetecilere, 73 kişinin iadesini istediklerini açıkladı: “İsveç 73 teröristi bize gönderecek.”

Ama kim oldukları anlaşılamadı.

İsveç Başbakanı Kristersson’un Ankara ziyareti sırasında düzenlenen ortak basın toplantısında, İsveçli bir gazetecinin “Acaba tam olarak İsveç’ten talebiniz nedir?” sorusunu Erdoğan, şaşırtıcı şekilde, isim vererek yanıtladı: “…İsveç’te olan bir tanesi var ki ismini de vereceğim; Bülent Keneş, mesela bu teröristin Türkiye’ye deport edilmesi bizler için büyük önem arz ediyor.”

Bütün bu taleplerin sonunda, AKP grup sözcüsünün TBMM’deki açıklamasına göre (23.1.2024, üçüncü oturum), sadece bir (1) PKK üyesi Türkiye’ye iade edildi. Ama açık kaynaklardan, iade edilen kişinin uyuşturucu kaçakçılığından hükümlü bir “PKK sempatizanı” olduğunu okuduk.

Derken AKP, en yetkili ağızdan el artırdı. Erdoğan’ın, ayaküstü değil yazılı metinden okuyarak dile getirdiği yeni talep şöyleydi: “50 yılı aşkın zamandır Avrupa Birliği kapısında bekletilen bir Türkiye var… önce gelin Türkiye’nin AB’de önünü açın, ondan sonra biz de İsveç’in önünü açalım… Biz Türkiye’yiz. Biz bir Çatladıkapı ülkesi değiliz…”

Aniden gelen bu talep AB şansımızı artırdı veya İsveç’le müzakerelerde Ankara’nın elini güçlendirdi mi? Yoksa ilgili çevreler tarafından acı bir çaresizlik ifadesi olarak mı okundu? Siz karar verin.

Nihayet 20 ay sonra İsveç’e yeşil ışık yakıldığında AKP sözcülerinin ileri sürdüğü kazanımlar, İsveç’in yaptığı bazı yasal düzenlemeler ve silah ambargosunun kaldırılmasından ibaret kaldı.

Ama bu sonuçların hepsine veya çoğuna, diplomatik müzakere becerisini kullanabilen bir iktidar kolaylıkla ulaşabilirdi. Zaten Kanada aynı günlerde uyguladığı silah ambargosunu kaldırdı.

Pazarlıkların son aşamasında ön plana çıkan Amerika’nın F-16 satışı ise, aslında İsveç konusuyla bağlantılı değildir. AKP’nin pusulası bozuk politikası öyle bir görüntü kazandırdı ama, F-16 sürecini kolaylaştırmadı, hatta muhtemelen geciktirdi. Biden yönetimi mevcut koşullarda o satışı destekleyeceğini çok erken tarihlerde belli etmişti. Çünkü aksi büyük haksızlık olurdu ve ağır bir kriz patlayabilirdi.

Süreci 20 ay boyunca Erdoğan yönetti, muhalefet onun peşine takıldı, onun oluşturduğu tartışma çerçevesinin dışına çıkamadı. Kayda değer bir alternatif tavır koyamadı.

Son bilançoda, elde edilen ödünlere değmeyecek kadar büyük bir bedel ödendi. Mızıkçı, ne yapacağı öngörülmez ve sürekli arıza çıkaran yönetim görüntüsü, kifayetsiz ama muhteris AKP iktidarına iyice yapıştı.

AKP, çevremizde yaşanan hayati gelişmeler karşısında kullanabileceği siyasi sermayesini çarçur etti, kendisini etkisizliğe sürükledi.

Batılı politikacıların elbet bu gerçekleri AKP’li siyasetçilerin yüzüne söylemeyecek. Ancak başta Erdoğan, yaşayarak görecekler. Bedeli Türkiye ödeyecek.

Stockholm’deki Türkiye Çalışmaları Enstitüsü Başkanı Paul Levin, bir Türkiye uzmanıdır. Hiç kuşkusuz Türkiye’ye sıcak bakan bir isim ve politik görevi olmadığı için rahat konuşabiliyor. Türkiye’nin onayından sonra yaptığı değerlendirmede, bizim 20 ay önce işaret ettiğimiz hususu vurguluyor: “Türkiye’nin Cumhurbaşkanı bazı kazanımlar elde etti, ama aynı zamanda kendi ayağına kurşun sıktı…”

Tüm yazılarını göster