Lider değişikliği niçin gerekli?

     Bir önceki yazımda, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli istifa etmeli ve...

Haluk Özdalga haluk.ozdalga@haber3.com

     Bir önceki yazımda, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli istifa etmeli ve partilerinin yenilenmesi yolunu açmalı demiştim. Bu önerime çok sayıda destek geldi, ama az sayıda eleştirenler de oldu.

     Eleştirilere kısaca değinmek ve o vesileyle bu önemli konuyu biraz daha açmak istiyorum. Eleştiriler ağırlıklı olarak, bu iki partinin sorunlarını kişiler düzeyinde ele almanın yanlış olduğunu ileri sürüyor.

     Ama öyle görülüyor ki, önerimi eleştirenler dahi, bu iki partinin ciddi sorunları olduğu gerçeğine karşı çıkmıyor.

     Sorunun kişiselleştirildiği eleştirisine gelince. Eğer bu eleştiri, "Kılıçdaroğlu ve Bahçeli giderse, bu iki partinin sorunları kendiliğinden çözülecektir düşüncesi yanlıştır" anlamını taşıyorsa, bu görüşe ben de tamamen katılırım.

     Evet, CHP'nin ve MHP'nin başarılı bir yola girebilmesi için, lider değişikliği tek başına yeterli değil. Ama başarı için şarttır. Yani mevcut liderlerin değişmesi yeterli değil, ama muhakkak gerekli olan koşuldur.

     Demokrasilerde, parti liderinin kim olduğu büyük önem taşır. O nedenle her partide yenilenme, liderin değişmesiyle başlar.

     Bu gerçek, günümüzün en gelişmiş demokrasilerinde bile geçerlidir. Lider ağırlığının daha etkili olduğu bizim kültürümüzde ise, bu kural daha güçlü bir şekilde geçerlidir.

     Bir örnek: İsveç

     Avrupa'nın en güçlü demokrasilerinden İsveç'te sadece kısa süre önce yaşanan bir örneğe işaret etmek istiyorum. İsveç sosyal demokrat partisi SAP, 2010 seçimlerinde en çok oy alarak birinci oldu. Ama aldığı oy iktidar olmasına yetmedi ve başarısız kabul edildi.

     Bunun üzerine parti genel başkanı istifa etti. Mart 2011'de, genç ve dinamik görünen Hakan Julholt (49) yeni genel başkan seçildi. İsveç'i uzaktan izleyen birisi olarak, ben de Juholt'un başarılı olacağını tahmin ediyordum.

     Ama Julholt değişik nedenlerle tutmadı. Partinin kamuoyu yoklamalarında bulunan desteği düşmeye devam etti. Toplumdan ve partililerden gelen telkinler üzerine Julholt, henüz hiç bir seçime genel başkan olarak girmeden, Ocak 2012'de istifa etti.

     Bu kez yerine Stefan Löfven getirildi. Kısa süre içinde iki kez genel başkan değiştiren SAP, Ekim 2014'de yapılan genel seçimleri kazandı ve Löfven Başbakan oldu.

     Bunun üzerine, seçime Başbakan olarak giren ve bir önceki seçimin galibi, merkez sağ bir partinin lideri olan Fredrik Reinfeldt, genel başkanlığı hemen bıraktı.

      İşte partilerde dinamizm ve yenilenme, İsveç gibi gelişmiş demokrasilerde böyle sağlanıyor. Seçimde başarılı olamayan liderin ayrılması, iyi işleyen demokrasilerinde artık, her siyasi doğrultudaki parti için büyük ölçüde yerleşmiş bir kural.

     Mesela Amerika'daki Başkanlık seçimlerinde, bir aday kıl payı farkla bile kaybetse, adaylık bir tarafa, bir daha aday adayı olmayı dahi hayal edemez. Bu durum  Amerika'da demokrasiye kendini yenileme gücü kazandıran önemli nedenlerden biridir.

     Ancak yukarıda örnek gösterdiğimiz İsveçli siyasetçiler Julholt veya Reinfeldt ile Kılıçdaroğlu, Bahçeli veya bizim diğer pek çok siyasetçimiz arasında önemli bir fark var. Julholt ve Reinfeldt koltuğa yapışan siyaset adamları değil. Kendi koltuklarını değil, partilerinin ve ülkelerinin çıkarlarını ön planda tutan siyasetçiler.

         1 Kasım bozgunu

     Şimdi Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, AKP karşısında aldıkları ağır yenilgiye rağmen, değişik bahaneler üretip koltuklarını bırakmayacaklarını açıkladı.

     Bahçeli "beni ancak ülkücü irade indirir" gibi tekerlemeler ileri sürüyor. Ama, ülkücü iradenin tecelli edeceği yer olan kongrenin toplanmasına karşı çıkıyor ve engellemeye çalışıyor.

     Çünkü biliyor ki, sadece kamuoyunda değil, MHP'liler arasında bile büyük bir değişim arzusu var.

     Kılıçdaroğlu ve sözcüleri ise "biz oyumuzu artıran tek partiyiz, doğru yoldayız ama yaptıklarımızı seçmene anlatacak zamanımız olmadı" gibi hiç inandırıcılığı olmayan söylemlerin arkasına saklanıyor.

     Kılıçdaroğlu beş yıldır başkan, ama partinin oyunu yarım puan bile artırmak için yeterli zaman olmadı diye masal anlatıyorlar!

     Partinin oyunun arttığı iddiası ise doğru değilk. CHP'nin oyu 2011 seçimlerinde %26 idi. Muhalefet için koşulların olağanüstü elverişli olduğu 2015'te arka arkaya yapılan iki seçimde de, %26'nın altında kaldı. Yani partinin oyu artmadı, düştü.

     Kılıçdaroğlu, partimin oyu düşerse istifa ederim demedi mi? Eğer verdiği sözü tutmazsa, bundan sonra Kılıçdaroğlu'nun sözlerinin kaç paralık değeri olacak? Ona kim inanacak?

     Bütün toplum gördü ki, 1 Kasım gibi hayati bir seçimde, CHP'nin ve MHP'nin belli bir seçim stratejisi, seçmeni etkileyecek bir siyasi söylemi yoktu.

     Her iki parti, kendi örgütlerini dahi motive edemedi. Parti birimleri çalışmadı, çünkü onlara çalışma şevki aşılayacak ve yönlendirecek bir yönetim yoktu. 14 yıllık iktidar yorgunluğuna rağmen, AKP kendi teşkilatlarını daha diri tutmayı başardı.

     Bahçeli'nin yoğun bir seçim kampanyası yürütecek enerjisi olmadığı görüldü. MHP'nin, artık daha dinamik ve itici olmayan bir liderliğe, yeni bir yönetime şiddetle ihtiyacı var.

     Kılıçdaroğlu ise, bir avara kasnak gibi koşturup durdu. Avara kasnak, devamlı dönen, hep hareket eden, ama boşa dönen kasnağın adıdır. Dönüşünün bir amacı yoktur ve o nedenle ortaya bir ürün, bir sonuç çıkmaz.

     Perşembenin gelişi

     Perşembenin gelişi çarşamba'dan belliydi. Bu iki partinin başarılı olamayacağı, sadece 7 Haziran değil, Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden belliydi.

     Ama yenilgi, beklemedik ölçüde ağır oldu.

     7 Haziran seçimlerinden sonra, bu iki partinin yanlış gidişine defalarca işaret ettim. Merkez medyanın bazı kalemlerinin de pohpohlamasıyla, CHP'nin yanlışları gözden kaçırıldı. Böylece 1 Kasım sonuçları doğmuş oldu.

     CHP ve MHP'nin sağlıksız siyaset anlayışının en vahim örneklerinden birini 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gördük. Burada, o seçimle ilgili üstünde az durulan bir hususa işaret etmek istiyorum.

     Bilindiği gibi, o seçimde ilk kez halk doğrudan Cumhurbaşkanı seçecekti. Bu gerçek, çok basit ama hayati bir anlam ifade eder. Seçimi kazanacak adayın, halka gidip oy istemesi ve alabilmesi gerekir. İşte siyaset denen şey tam da budur. Adayın oy alabilmesi için, seçmene sunabileceği bir siyasi söyleme sahip olması gerekir. Siyasetçinin yaptığı şey de budur.

     Üstelik AKP adayının Tayyip Erdoğan gibi tecrübeli ve hitabeti etkili bir siyasetçi olduğu belliydi. MHP ve CHP'nin de, bu özellikler sahip bir aday, yani siyasi tecrübesi güçlü ve siyasi söylem ortaya koyabilecek bir aday bulması gerekiyordu.

   Ama Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, üstelik partileri içinde yeterli danışma yapmadan, el ele verdi ve tam tersini yaptı! Ekmeleddin İhsanoğlu gibi, kişi olarak hiç şüphesiz değerli ve kaliteli, ama söz konusu görev için şart olan özellikleri hiç taşımayan bir aday belirlediler.

     Neredeyse felaket derecesinde başarısız ve içi boş bir seçim çalışması yürüttüler. O günlerde Türkiye'deki cumhurbaşkanlığı seçimini izlemek için gelmiş kimi yabancı gazetecilerin, CHP ve MHP'nin kampanyasıyla ilgili olarak dile getirdiği istihza dolu yorumları hâlâ hatırlıyorum.

     Böylece Erdoğan, siyasi kariyerinin en kolay ve en rahat kampanyasını yürüttü. Adeta finiş çizgisini zafer tebessümüyle ve hafiften koşarak göğüsleyen atlet gibi, ilk turda %52'yle seçimi kazandı.

     Halbuki daha uygun bir adayla, Erdoğan'ın ilk turda kazanması mümkün değildi. Hatta muhalefetin adayı seçimi bile kazanılabilirdi. O takdirde Türkiye'de çok şey farklı olurdu.

     Adayın hangi nitelikleri taşıması gerektiğini, o dönemde CHP'li ve MHP'li milletvekili kimi arkadaşlarıma ifade ettim. O nitelikleri taşıyan en az 5-6 ismi şimdi bile kolayca sayabiliriz.

     Gelelim en can alıcı soruya: Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, Cumhurbaşkanı adayının hangi nitelikler taşıması gerektiğini, İhsanoğlu'nun bu özellikleri taşımadığını göremedi mi?

     Görmemeleri mümkün değil. Siyasi tecrübesi güçlü bir aday istemediler. Çünkü böyle bir aday seçimi kaybetse bile, daha sonra karşılarına bir muhalefet lideri alternatifi olarak çıkabilirdi.

     Yani, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli'nin koltuklarıyla ilgili bir risk doğabilirdi. Buna karşılık İhsanoğlu, koltuklarını garantiye almak için çok uygun bir isimdi.

     İşte bunun adı, eski ve kötü siyasettir.

     Artık eski ve kötü siyasetçilerin sahneden çekilmesi ve Türkiye'nin önünün açılması gerekiyor.

      

">

     Bir önceki yazımda, Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli istifa etmeli ve partilerinin yenilenmesi yolunu açmalı demiştim. Bu önerime çok sayıda destek geldi, ama az sayıda eleştirenler de oldu.

     Eleştirilere kısaca değinmek ve o vesileyle bu önemli konuyu biraz daha açmak istiyorum. Eleştiriler ağırlıklı olarak, bu iki partinin sorunlarını kişiler düzeyinde ele almanın yanlış olduğunu ileri sürüyor.

     Ama öyle görülüyor ki, önerimi eleştirenler dahi, bu iki partinin ciddi sorunları olduğu gerçeğine karşı çıkmıyor.

     Sorunun kişiselleştirildiği eleştirisine gelince. Eğer bu eleştiri, "Kılıçdaroğlu ve Bahçeli giderse, bu iki partinin sorunları kendiliğinden çözülecektir düşüncesi yanlıştır" anlamını taşıyorsa, bu görüşe ben de tamamen katılırım.

     Evet, CHP'nin ve MHP'nin başarılı bir yola girebilmesi için, lider değişikliği tek başına yeterli değil. Ama başarı için şarttır. Yani mevcut liderlerin değişmesi yeterli değil, ama muhakkak gerekli olan koşuldur.

     Demokrasilerde, parti liderinin kim olduğu büyük önem taşır. O nedenle her partide yenilenme, liderin değişmesiyle başlar.

     Bu gerçek, günümüzün en gelişmiş demokrasilerinde bile geçerlidir. Lider ağırlığının daha etkili olduğu bizim kültürümüzde ise, bu kural daha güçlü bir şekilde geçerlidir.

     Bir örnek: İsveç

     Avrupa'nın en güçlü demokrasilerinden İsveç'te sadece kısa süre önce yaşanan bir örneğe işaret etmek istiyorum. İsveç sosyal demokrat partisi SAP, 2010 seçimlerinde en çok oy alarak birinci oldu. Ama aldığı oy iktidar olmasına yetmedi ve başarısız kabul edildi.

     Bunun üzerine parti genel başkanı istifa etti. Mart 2011'de, genç ve dinamik görünen Hakan Julholt (49) yeni genel başkan seçildi. İsveç'i uzaktan izleyen birisi olarak, ben de Juholt'un başarılı olacağını tahmin ediyordum.

     Ama Julholt değişik nedenlerle tutmadı. Partinin kamuoyu yoklamalarında bulunan desteği düşmeye devam etti. Toplumdan ve partililerden gelen telkinler üzerine Julholt, henüz hiç bir seçime genel başkan olarak girmeden, Ocak 2012'de istifa etti.

     Bu kez yerine Stefan Löfven getirildi. Kısa süre içinde iki kez genel başkan değiştiren SAP, Ekim 2014'de yapılan genel seçimleri kazandı ve Löfven Başbakan oldu.

     Bunun üzerine, seçime Başbakan olarak giren ve bir önceki seçimin galibi, merkez sağ bir partinin lideri olan Fredrik Reinfeldt, genel başkanlığı hemen bıraktı.

      İşte partilerde dinamizm ve yenilenme, İsveç gibi gelişmiş demokrasilerde böyle sağlanıyor. Seçimde başarılı olamayan liderin ayrılması, iyi işleyen demokrasilerinde artık, her siyasi doğrultudaki parti için büyük ölçüde yerleşmiş bir kural.

     Mesela Amerika'daki Başkanlık seçimlerinde, bir aday kıl payı farkla bile kaybetse, adaylık bir tarafa, bir daha aday adayı olmayı dahi hayal edemez. Bu durum  Amerika'da demokrasiye kendini yenileme gücü kazandıran önemli nedenlerden biridir.

     Ancak yukarıda örnek gösterdiğimiz İsveçli siyasetçiler Julholt veya Reinfeldt ile Kılıçdaroğlu, Bahçeli veya bizim diğer pek çok siyasetçimiz arasında önemli bir fark var. Julholt ve Reinfeldt koltuğa yapışan siyaset adamları değil. Kendi koltuklarını değil, partilerinin ve ülkelerinin çıkarlarını ön planda tutan siyasetçiler.

         1 Kasım bozgunu

     Şimdi Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, AKP karşısında aldıkları ağır yenilgiye rağmen, değişik bahaneler üretip koltuklarını bırakmayacaklarını açıkladı.

     Bahçeli "beni ancak ülkücü irade indirir" gibi tekerlemeler ileri sürüyor. Ama, ülkücü iradenin tecelli edeceği yer olan kongrenin toplanmasına karşı çıkıyor ve engellemeye çalışıyor.

     Çünkü biliyor ki, sadece kamuoyunda değil, MHP'liler arasında bile büyük bir değişim arzusu var.

     Kılıçdaroğlu ve sözcüleri ise "biz oyumuzu artıran tek partiyiz, doğru yoldayız ama yaptıklarımızı seçmene anlatacak zamanımız olmadı" gibi hiç inandırıcılığı olmayan söylemlerin arkasına saklanıyor.

     Kılıçdaroğlu beş yıldır başkan, ama partinin oyunu yarım puan bile artırmak için yeterli zaman olmadı diye masal anlatıyorlar!

     Partinin oyunun arttığı iddiası ise doğru değilk. CHP'nin oyu 2011 seçimlerinde %26 idi. Muhalefet için koşulların olağanüstü elverişli olduğu 2015'te arka arkaya yapılan iki seçimde de, %26'nın altında kaldı. Yani partinin oyu artmadı, düştü.

     Kılıçdaroğlu, partimin oyu düşerse istifa ederim demedi mi? Eğer verdiği sözü tutmazsa, bundan sonra Kılıçdaroğlu'nun sözlerinin kaç paralık değeri olacak? Ona kim inanacak?

     Bütün toplum gördü ki, 1 Kasım gibi hayati bir seçimde, CHP'nin ve MHP'nin belli bir seçim stratejisi, seçmeni etkileyecek bir siyasi söylemi yoktu.

     Her iki parti, kendi örgütlerini dahi motive edemedi. Parti birimleri çalışmadı, çünkü onlara çalışma şevki aşılayacak ve yönlendirecek bir yönetim yoktu. 14 yıllık iktidar yorgunluğuna rağmen, AKP kendi teşkilatlarını daha diri tutmayı başardı.

     Bahçeli'nin yoğun bir seçim kampanyası yürütecek enerjisi olmadığı görüldü. MHP'nin, artık daha dinamik ve itici olmayan bir liderliğe, yeni bir yönetime şiddetle ihtiyacı var.

     Kılıçdaroğlu ise, bir avara kasnak gibi koşturup durdu. Avara kasnak, devamlı dönen, hep hareket eden, ama boşa dönen kasnağın adıdır. Dönüşünün bir amacı yoktur ve o nedenle ortaya bir ürün, bir sonuç çıkmaz.

     Perşembenin gelişi

     Perşembenin gelişi çarşamba'dan belliydi. Bu iki partinin başarılı olamayacağı, sadece 7 Haziran değil, Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden belliydi.

     Ama yenilgi, beklemedik ölçüde ağır oldu.

     7 Haziran seçimlerinden sonra, bu iki partinin yanlış gidişine defalarca işaret ettim. Merkez medyanın bazı kalemlerinin de pohpohlamasıyla, CHP'nin yanlışları gözden kaçırıldı. Böylece 1 Kasım sonuçları doğmuş oldu.

     CHP ve MHP'nin sağlıksız siyaset anlayışının en vahim örneklerinden birini 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gördük. Burada, o seçimle ilgili üstünde az durulan bir hususa işaret etmek istiyorum.

     Bilindiği gibi, o seçimde ilk kez halk doğrudan Cumhurbaşkanı seçecekti. Bu gerçek, çok basit ama hayati bir anlam ifade eder. Seçimi kazanacak adayın, halka gidip oy istemesi ve alabilmesi gerekir. İşte siyaset denen şey tam da budur. Adayın oy alabilmesi için, seçmene sunabileceği bir siyasi söyleme sahip olması gerekir. Siyasetçinin yaptığı şey de budur.

     Üstelik AKP adayının Tayyip Erdoğan gibi tecrübeli ve hitabeti etkili bir siyasetçi olduğu belliydi. MHP ve CHP'nin de, bu özellikler sahip bir aday, yani siyasi tecrübesi güçlü ve siyasi söylem ortaya koyabilecek bir aday bulması gerekiyordu.

   Ama Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, üstelik partileri içinde yeterli danışma yapmadan, el ele verdi ve tam tersini yaptı! Ekmeleddin İhsanoğlu gibi, kişi olarak hiç şüphesiz değerli ve kaliteli, ama söz konusu görev için şart olan özellikleri hiç taşımayan bir aday belirlediler.

     Neredeyse felaket derecesinde başarısız ve içi boş bir seçim çalışması yürüttüler. O günlerde Türkiye'deki cumhurbaşkanlığı seçimini izlemek için gelmiş kimi yabancı gazetecilerin, CHP ve MHP'nin kampanyasıyla ilgili olarak dile getirdiği istihza dolu yorumları hâlâ hatırlıyorum.

     Böylece Erdoğan, siyasi kariyerinin en kolay ve en rahat kampanyasını yürüttü. Adeta finiş çizgisini zafer tebessümüyle ve hafiften koşarak göğüsleyen atlet gibi, ilk turda %52'yle seçimi kazandı.

     Halbuki daha uygun bir adayla, Erdoğan'ın ilk turda kazanması mümkün değildi. Hatta muhalefetin adayı seçimi bile kazanılabilirdi. O takdirde Türkiye'de çok şey farklı olurdu.

     Adayın hangi nitelikleri taşıması gerektiğini, o dönemde CHP'li ve MHP'li milletvekili kimi arkadaşlarıma ifade ettim. O nitelikleri taşıyan en az 5-6 ismi şimdi bile kolayca sayabiliriz.

     Gelelim en can alıcı soruya: Kılıçdaroğlu ve Bahçeli, Cumhurbaşkanı adayının hangi nitelikler taşıması gerektiğini, İhsanoğlu'nun bu özellikleri taşımadığını göremedi mi?

     Görmemeleri mümkün değil. Siyasi tecrübesi güçlü bir aday istemediler. Çünkü böyle bir aday seçimi kaybetse bile, daha sonra karşılarına bir muhalefet lideri alternatifi olarak çıkabilirdi.

     Yani, Kılıçdaroğlu ve Bahçeli'nin koltuklarıyla ilgili bir risk doğabilirdi. Buna karşılık İhsanoğlu, koltuklarını garantiye almak için çok uygun bir isimdi.

     İşte bunun adı, eski ve kötü siyasettir.

     Artık eski ve kötü siyasetçilerin sahneden çekilmesi ve Türkiye'nin önünün açılması gerekiyor.

      

Tüm yazılarını göster