‘Neden 29 Ekim?’ veya Cumhuriyet’in başlangıç rejimi nasıl oluştu?

Haber3.com yazarı Haluk Özdalga yazdı: ‘Neden 29 Ekim?’ veya Cumhuriyet’in başlangıç rejimi nasıl oluştu?

Haluk Özdalga haluk.ozdalga@haber3.com

Taha Akyol, Osmanlı’nın son yıllarını ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemini yakından bilen bir araştırmacı. Daha önce o dönemlerle ilgili ufuk açıcı kitaplar kaleme aldı (Balkan Savaşları; 1915 Ermeni Tehciri; Mondros, Sevr, Kuva-yı Milliye, Lozan; Atatürk’ün inkılap hukuku, vs).

Akyol Cumhuriyet’in 100. yılında okuyuculara, içeriğine kıyasla mütevazı başlık taşıyan bir kitap sunuyor: “Neden 29 Ekim? Cumhuriyet’in ilanına giden yol”.

Mütevazı çünkü 336 sayfalık çalışma, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Gazi Mustafa Kemal önderliğinde kurulan yeni rejim döneminin hayati konularını mercek altına alıyor. Cumhuriyet’in başlangıç rejimi nasıl oluştu? İlk muhalefet kimlerdi ve ne istiyorlardı?

Kısa ama yoğun bir zaman dilimi içinde alınan kararlarla tercih edilen başlangıç rejimi, genç Cumhuriyet’in niteliğini belirleyen esas unsur oldu. Bugün dahil izleyen on yıllar boyunca sahip olduğumuz siyasi yönetim tarzlarını ve uygulamaları derinden etkiledi.

Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak direnişi başlattı. Savaş meydanında işgalci Yunan ordusuna karşı işler önce iyi gitmiyordu ama 1921 yaz sonunda Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasıyla Kuva-yı Milliye’nin önü açıldı. Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz zaferle sonuçlandı ve ordular iki haftada İzmir’e girdi.

Savaş kazanılmıştı. Kasım 1922’de Lozan’da başlayan müzakereler, Temmuz 1923’de Lozan Anlaşması’nın imzalanmasıyla son buldu. Yeni Türk devleti ve sınırları uluslararası tanıma kazandı.

İstanbul’daki Osmanlı hükümeti, Lozan barış müzakerelerine Ankara hükümetiyle beraber katılmak istiyordu. Tabii bu kabul edilebilecek bir talep değildi; 600 yılı aşkın süregelen Osmanoğulları hanedanının egemenliğini sonlandırma süreci hızlandı. Kasım 1922’de Meclis’te bir oy hariç oybirliğiyle kabul edilen yasayla saltanat kaldırıldı, fiilen tükenmiş İmparatorluk resmen tarihe karıştı.

Aslında saltanatın son verilmesine değişik gerekçelerle karşı çıkanlar vardı. Gazi Mustafa Kemal ünlü ültimatomunu, tasarı komisyonda görüşülürken önündeki sıranın üstüne çıkarak verdi:

“Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir…” (Akyol’un kitabı, s. 54).

Kurtuluş Savaşı’nın siyasi meşruiyeti, halkın temsilcileriyle Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nden kaynaklanıyordu (ertesi yıl TBMM adını aldı). Sakarya Muharebesi’nden sonra Gazi unvanı verilen Mustafa Kemal Paşa ilk toplantıda Meclis Başkanı seçildi (1934’de Atatürk soyadını aldı).

Meclis Hükümeti sistemi vardı, başbakan ve bakanlar tek tek Meclis’te oylanarak seçiliyor, “heyet-i vekile” oluşuyordu. Ama bu parlamenter sistemdeki Bakanlar Kurulu değildi. Yürütmenin başı Meclis Başkanı idi. Yürütme, yasama ve yargı gücü tek elde toplanıyordu ve ‘kuvvetler birliği’ (vahdet-i kuva) vardı.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk esasen sadece o günlerde değil, hayatı boyunca, her şart altında ve her dönemde kuvvetler birliğini savundu (s.32).

Birinci Meclis’te kısa süre içinde, iktidarın tek elde toplanmasına muhalif ve dönemin koşullarına uygun şekilde kuvvetler ayrılığı isteyen İkinci Grup oluştu. Muhalif grup, savaşın en kritik günlerinde dahi Gazi’ye olağanüstü Başkomutanlık yetkileri verilmesini gönülsüz kabul etmişti.

1923’e varıldığında, savaş meydanında kazanılan zaferin büyük olasılıkla Lozan’da uluslararası tanıma kazanacağı belliydi. Kasım 1922’de iptal edilen saltanatla birlikte, bazı Batı demokrasilerinde görülen meşruti krallık benzeri bir rejim ihtimal dışı kalmıştı. Esasen o olasılığı ortadan kaldıran, Osmanlı’nın son yüzyıldaki performansı sonucu çökmesiydi.

Diğer taraftan mevcut meclis hükümeti sisteminin yeniden düzenlenmesi ihtiyacı açıktı. Gidişin Cumhuriyet’e doğru olduğu belliydi. Ankara’da zaten adı koyulmamış bir cumhuriyet rejimi vardı. O günlerde cevabı henüz bilinmeyen soru, yeni cumhuriyet rejiminin ne kadar demokratik ve özgürlükçü olacağı idi. Veya daha somut ifadeyle “yetki dağılımının ve Gazi’nin yetkilerinin nasıl olacağı meselesiydi” (s.284).

Mustafa Kemal Paşa eleştiri ve muhalefet istemiyordu. Halide Edip (Adıvar), Paşa ile bir sohbetini anlatır:

– Ben hiçbir tenkit, hiçbir fikir istemiyorum. Yalnız emirlerimin ifasını…

– Benden de mi Paşam?

– Sizden de.

– Milli maksada hizmet ettiğiniz müddetçe size itaat edeceğim.

– Benim emirlerime daima itaat edeceksiniz (s.293).

Bu sohbetin yapıldığı günlerde Kurtuluş Savaşı, yani bizzat Halide Edip’in tasviri ile “Türkün Ateşle İmtihanı” devam ediyordu. Savaşta gereken serbest tartışma değil emirlerin ifa edilmesidir. Ama Mustafa Kemal, savaşı kazandıran merkezi disiplin ve otoriter yaklaşıma, savaştan sonra zihnindeki inkılap projesini gerçekleştirmek için devam etmek istediğini bizzat kendisi ifade etmiştir.

Tüm iktidarın liderin elinde toplanması gerektiğine inanan Gazi’ye göre:

“Tarih, itiraz edilemez şekilde ispat etmiştir ki büyük meselelerde muvaffakiyet için kabiliyet ve kudreti sarsılmaz bir reisin varlığı elzemdir… milletin genel emellerini en yüksek düzeyde temsil eden… siyasi grubun devlet işlerini üzerine alması ve bunun sorumluluğunu en yüksek liderin omuzlarına tevdi etmesi prensibi” geçerlidir. (s.65).

Ama Gazi cumhuriyet ilan edilmeden bir ay önce şunları da söylüyordu:

“Türkiye’de demokratik bir cumhuriyet teşekkül edecek, bu cumhuriyet hiçbir surette Batı cumhuriyetleri esaslarından farklı bulunmayacak” (s.173).

Gazi erken seçim kararı aldı ve Haziran 1923 seçimlerinde kendisinin özenle hazırladığı aday listeleri sonucunda, iki bağımsız hariç, tüm muhalifler İkinci Meclis dışında kaldı.

Listeler hazırlanırken Kazım Paşa, İkinci Grup’tan hiç kimsenin aday gösterilmediğini, halbuki onların da İstiklal Mücadelesine canla başla hizmet etmiş insanlar olduğunu söylediğinde, Gazi’nin cevabı netti: “Ben muhalif istemiyorum” (s.21).

Kurtuluş Savaşı’na ilk katılan beş general, Mustafa Kemal Paşa’ya ilaveten Rauf (Orbay), Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy) ve Refet (Bele) Paşalardır. Tabii bu dört önde gelen komutan aday yapıldı ve yüksek ikinci seçmen oylarıyla İkinci Meclis’e girdiler.

Nisan 1919’da Kazım Paşa Trabzon’a, Mayıs’ta Mustafa Kemal ve Refet Paşalar beraber aynı gemiyle Samsun’a geçmişti. Rauf Paşa, Bahriye Nazırlığını bırakarak Haziran 1919’da Ankara’ya katılmıştı. Ali Fuat Paşa zaten Anadolu’da idi ve işgal kuvvetlerine karşı savaşı fiilen başlatan komutandı. Kurtuluş Savaşının başlıca askeri dayanağını oluşturan iki kolordunun başında Kazım ve Ali Fuat Paşalar bulunuyordu.

Mustafa Kemal’in yakın silah arkadaşı komutanlar, onun yeni rejimin başında bulunmasını ama değişik siyasi görüşler ve partiler arasında “hakiki bir hakem gibi” kalmasını, parti kurup başına geçmemesini ve kuvvetler ayrılığı prensibini olabildiğince gözetecek çok partili rejimle yola devam edilmesini istiyordu. “Partili cumhurbaşkanı” modeline karşıydılar ve bunları Gazi’nin kendisine ifade etmişlerdi.

Muhakkak ki zihinlerinde 1908’de demokrasi ve özgürlük umutlarıyla başlayan ama 1913’te tek parti diktatörlüğüne dönüşen İttihat ve Terakki hayal kırıklığı taze duruyordu. 

24 Ekim 1923’te Meclis İkinci Başkanı ve İçişleri Bakanı değişik nedenlerle istifa etti. Bu görevler için önce Halk Fırka’sı Grubu’nda adayların belirlenmesi, daha sonra Meclis’te oylanması gerekiyordu.

Ertesi gün, Gazi’nin titizlikle belirlediği milletvekillerinden oluşan Grup’ta, onun gösterdikleri yerine başka iki isim aday seçildi. Hem de açık arayla!

Gazi’nin başkanlık etmediği oturumları yönetecek kritik İkinci Başkanlık için Grup, kısa süre önce Başvekillik görevinden istifa eden Rauf Bey’i tercih etti. Üstelik Rauf Bey’in kendisi İstanbul’da idi.

“Gazi çözümsüz kalacak bir hükümet krizi çıkaracak, krizi cumhuriyet ilanı ile çözecekti” (s.231). Başvekil Fethi (Okyar) Bey ve bakanları topladı, istifa etmelerini ve tekrar görev almaları için öneriler gelirse kabul etmemelerini istedi.

Gazi, 28 Ekim akşamı İsmet (İnönü) Paşa dahil 7 kişiyi Çankaya’da topladı, “yarın Cumhuriyet ilan ediyoruz” kararını bildirdi. Ertesi gün teker teker herkesin Meclis’te nasıl davranacağına dair “program ve talimat” verdi (s.236). Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda (anayasa) yapılacak değişiklikler için önergeler hazırlandı.

29 Ekim sabahı toplanan Halk Fırkası Grubu hükümet krizini konuşuyordu ve Cumhuriyet’in ilan edileceğinden haberleri yoktu. Gazetelerde Cumhuriyet ilanı hakkında herhangi bir haber yer almıyordu. Değişiklikler önce Grup’tan geçti, akşam saat 20.30’da mevcut 158 üyenin oybirliği ile Meclis’te kabul edildi. Her şey öylesine hızlıydı olmuştu ki, Cumhuriyet ilan eden tarihi oylamaya mebusların sadece yarıdan az fazlası katılabildi (s.259).

İlk maddede “Devletin şekl-i hükümeti Cumuriyet’tir” ifadesi yer aldı. Reisicumhur TBMM tarafından seçilir, başvekili seçer, başvekil tarafından seçilen bakanları Meclis’in onayına sunar, lüzum gördükçe Meclis’e ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder düzenlemeleri getirildi.

Halk Fırka’sı başkanı Gazi, aynı zamanda reisicumhur olarak devlet başkanı, hükümetin başı, Meclis başkanı oldu. Tabii yargı da onun emri altındaydı. İsmet Paşa ilk başbakanlığa atandı.

Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit “Cumhuriyet’in manası padişahlara verilmemiş bir hakkın reisicumhura verilmesi demek olamayacağı için… iyi bir şeyi yapmak için fena bir yol tutulmuştur” diye yazıyordu (s.266).

Kasım 1924’de, İstiklal Savaşı’nı Mustafa Kemal’le beraber başlatan dört komutan Kazım, Rauf, Ali Fuat, Refet Paşalar ile Dr. Adnan (Adıvar) Bey öncülüğünde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi) kuruldu. TCF Türkiye’nin ilk muhalefet partisiydi.  İlk Genel Başkanı Kazım Karabekir ve Rauf Bey önde gelen iki lideriydi.

Kazım Bey kendi deyimi ile “hakiki bir demokrasi” taraftarıydı. Rauf Bey hukuka uygunluk konusunda çok titizdi (s.262). Değişik yorumlara göre parti liberal muhafazakar veya özgürlükçü demokrasi çizgisindeydi.

Şubat 1925’te başlayan Şeyh Said İsyanı nedeniyle İsmet Paşa, Takrir-i Sükun kanununu yürürlüğe koydu, basına kapatma ve başka cezalar kesilmesinin yolu açıldı. TCF kurulduktan 7 ay sonra Haziran 1925’te kapatıldı.

Haziran 1926’da İzmir Suikastı sonrasında TCF’nin beş lideri için tutuklama kararı çıktı ve idam talebiyle yargılandılar. Rauf Bey ve Dr. Adnan Bey yurt dışında olduğu için Kazım, Ali Fuat, Refet Paşalar tutuklandı. Mahkeme, Balkan Savaşı sırasında Doğu Akdeniz’de 7 ay boyunca eşi görülmemiş bir kruvazör harekâtı yürüten “Hamidiye Kahramanı” Rauf Paşa’nın vatandaşlık haklarından mahrum edilmesine ve mallarının haczine hüküm verdi.

Gazi Paşa 1927’de Nutuk’ta TCF ile özellikle Kazım ve Rauf Paşalara ağır eleştiriler yöneltir. Cumhuriyet’in ilanına karşı olduklarını, TCF’nin “hain dimağlar” tarafından kurulduğunu, “harici düşmanların taze Türkiye Cumhuriyeti’ni mahvetme planlarına hizmete” çalıştıklarını söyler (s.285-6).

Halbuki Kazım ve Rauf Beyler saltanatın kaldırılması teklifini imzalamıştı. Teklif yasalaştıktan sonra Rauf Bey İstanbul’a giderek kararı son Osmanlı hükümetine bizzat tebliğ etmişti.

İsmet İnönü’nün uzun yıllar sonra söylediklerinin kalın çizgilerle altı çizmek gerekir:

“Terakkiperver’i bizim arkadaşlarımız kurdu. Şeyh Sait İsyanı bizi korkuttuğu için, yeni olan devrimi koruma kaygısıyla bu partiyi kapattık, ama iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık. Hata ettik! Korusaydık, şimdi bu gelenek (demokrasi) yerleşmiş olacaktı” (s.286).

İnönü 1945’te Rauf Orbay ile görüşerek “Karabekir Paşa’yı da alıp Terakkiperver Fırka’yı tekrar kurmalarını” istedi. Siyaseti bırakmış Rauf Bey kabul etmedi (s.286).

Halide Edip’in yıllar önce yaptığı bir öneri var: Cumhuriyet’in başlangıç rejimini bir geçiş devri diye kabul ederek, muhasebesini gelecekteki tarafsız, yani o devrin ne nimetini ne zulmünü yaşamış bir zihniyete bırakmak (s.300).

Acaba Cumhuriyet, zamanın koşullarını dikkate alan ama özgürlük ve demokrasi ilkelerini daha yüksekte tutan bir başlangıç rejimi ile yola çıksaydı, Türkiye bugün daha iyi bir yerde olur muydu?

Yoksa 93 harbinin getirdiği yıkımın üstüne, 1911’den beri kesintisiz yaşanan savaşlar nedeniyle mecalsiz düşmüş kitlelerin ve ağır soyo-ekonomik koşulların hüküm sürdüğü, kadınların %1’nin dahi okur yazar olmadığı bir zeminde, Gazi Mustafa Kemal’in izlediği otoriter dönüşüm (inkılap) projesi en uygun yol muydu? O takdirde, ağır haksızlıkların ve zulmün açıklaması nasıl yapılacaktır?

Akyol’un zevkle ve öğrenerek okuduğum çalışması Halide Edip’in önerdiği muhasebeyi daha iyi yapabilmemiz için mükemmel bir fırsat sunuyor. Burada ele alamadığımız pek çok kritik ayrıntı kitapta yer alıyor.

Akyol’un eserini zenginleştiren bir başka husus, dönemin iktidar yanlısı ve muhalif gazetelerinde yaşanan tartışmaları geniş ve çarpıcı şekilde özetlemesi. Yüz yıl önce yapılan tartışmalarda düşünce içeriği ve muhakeme yeteneği dikkat çekici düzeyde yüksek.

Türkiye’nin siyasi sorunlarını tartışanların kaçırmaması gereken bir eser.    

">

Taha Akyol, Osmanlı’nın son yıllarını ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemini yakından bilen bir araştırmacı. Daha önce o dönemlerle ilgili ufuk açıcı kitaplar kaleme aldı (Balkan Savaşları; 1915 Ermeni Tehciri; Mondros, Sevr, Kuva-yı Milliye, Lozan; Atatürk’ün inkılap hukuku, vs).

Akyol Cumhuriyet’in 100. yılında okuyuculara, içeriğine kıyasla mütevazı başlık taşıyan bir kitap sunuyor: “Neden 29 Ekim? Cumhuriyet’in ilanına giden yol”.

Mütevazı çünkü 336 sayfalık çalışma, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Gazi Mustafa Kemal önderliğinde kurulan yeni rejim döneminin hayati konularını mercek altına alıyor. Cumhuriyet’in başlangıç rejimi nasıl oluştu? İlk muhalefet kimlerdi ve ne istiyorlardı?

Kısa ama yoğun bir zaman dilimi içinde alınan kararlarla tercih edilen başlangıç rejimi, genç Cumhuriyet’in niteliğini belirleyen esas unsur oldu. Bugün dahil izleyen on yıllar boyunca sahip olduğumuz siyasi yönetim tarzlarını ve uygulamaları derinden etkiledi.

Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak direnişi başlattı. Savaş meydanında işgalci Yunan ordusuna karşı işler önce iyi gitmiyordu ama 1921 yaz sonunda Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasıyla Kuva-yı Milliye’nin önü açıldı. Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz zaferle sonuçlandı ve ordular iki haftada İzmir’e girdi.

Savaş kazanılmıştı. Kasım 1922’de Lozan’da başlayan müzakereler, Temmuz 1923’de Lozan Anlaşması’nın imzalanmasıyla son buldu. Yeni Türk devleti ve sınırları uluslararası tanıma kazandı.

İstanbul’daki Osmanlı hükümeti, Lozan barış müzakerelerine Ankara hükümetiyle beraber katılmak istiyordu. Tabii bu kabul edilebilecek bir talep değildi; 600 yılı aşkın süregelen Osmanoğulları hanedanının egemenliğini sonlandırma süreci hızlandı. Kasım 1922’de Meclis’te bir oy hariç oybirliğiyle kabul edilen yasayla saltanat kaldırıldı, fiilen tükenmiş İmparatorluk resmen tarihe karıştı.

Aslında saltanatın son verilmesine değişik gerekçelerle karşı çıkanlar vardı. Gazi Mustafa Kemal ünlü ültimatomunu, tasarı komisyonda görüşülürken önündeki sıranın üstüne çıkarak verdi:

“Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir…” (Akyol’un kitabı, s. 54).

Kurtuluş Savaşı’nın siyasi meşruiyeti, halkın temsilcileriyle Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nden kaynaklanıyordu (ertesi yıl TBMM adını aldı). Sakarya Muharebesi’nden sonra Gazi unvanı verilen Mustafa Kemal Paşa ilk toplantıda Meclis Başkanı seçildi (1934’de Atatürk soyadını aldı).

Meclis Hükümeti sistemi vardı, başbakan ve bakanlar tek tek Meclis’te oylanarak seçiliyor, “heyet-i vekile” oluşuyordu. Ama bu parlamenter sistemdeki Bakanlar Kurulu değildi. Yürütmenin başı Meclis Başkanı idi. Yürütme, yasama ve yargı gücü tek elde toplanıyordu ve ‘kuvvetler birliği’ (vahdet-i kuva) vardı.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk esasen sadece o günlerde değil, hayatı boyunca, her şart altında ve her dönemde kuvvetler birliğini savundu (s.32).

Birinci Meclis’te kısa süre içinde, iktidarın tek elde toplanmasına muhalif ve dönemin koşullarına uygun şekilde kuvvetler ayrılığı isteyen İkinci Grup oluştu. Muhalif grup, savaşın en kritik günlerinde dahi Gazi’ye olağanüstü Başkomutanlık yetkileri verilmesini gönülsüz kabul etmişti.

1923’e varıldığında, savaş meydanında kazanılan zaferin büyük olasılıkla Lozan’da uluslararası tanıma kazanacağı belliydi. Kasım 1922’de iptal edilen saltanatla birlikte, bazı Batı demokrasilerinde görülen meşruti krallık benzeri bir rejim ihtimal dışı kalmıştı. Esasen o olasılığı ortadan kaldıran, Osmanlı’nın son yüzyıldaki performansı sonucu çökmesiydi.

Diğer taraftan mevcut meclis hükümeti sisteminin yeniden düzenlenmesi ihtiyacı açıktı. Gidişin Cumhuriyet’e doğru olduğu belliydi. Ankara’da zaten adı koyulmamış bir cumhuriyet rejimi vardı. O günlerde cevabı henüz bilinmeyen soru, yeni cumhuriyet rejiminin ne kadar demokratik ve özgürlükçü olacağı idi. Veya daha somut ifadeyle “yetki dağılımının ve Gazi’nin yetkilerinin nasıl olacağı meselesiydi” (s.284).

Mustafa Kemal Paşa eleştiri ve muhalefet istemiyordu. Halide Edip (Adıvar), Paşa ile bir sohbetini anlatır:

– Ben hiçbir tenkit, hiçbir fikir istemiyorum. Yalnız emirlerimin ifasını…

– Benden de mi Paşam?

– Sizden de.

– Milli maksada hizmet ettiğiniz müddetçe size itaat edeceğim.

– Benim emirlerime daima itaat edeceksiniz (s.293).

Bu sohbetin yapıldığı günlerde Kurtuluş Savaşı, yani bizzat Halide Edip’in tasviri ile “Türkün Ateşle İmtihanı” devam ediyordu. Savaşta gereken serbest tartışma değil emirlerin ifa edilmesidir. Ama Mustafa Kemal, savaşı kazandıran merkezi disiplin ve otoriter yaklaşıma, savaştan sonra zihnindeki inkılap projesini gerçekleştirmek için devam etmek istediğini bizzat kendisi ifade etmiştir.

Tüm iktidarın liderin elinde toplanması gerektiğine inanan Gazi’ye göre:

“Tarih, itiraz edilemez şekilde ispat etmiştir ki büyük meselelerde muvaffakiyet için kabiliyet ve kudreti sarsılmaz bir reisin varlığı elzemdir… milletin genel emellerini en yüksek düzeyde temsil eden… siyasi grubun devlet işlerini üzerine alması ve bunun sorumluluğunu en yüksek liderin omuzlarına tevdi etmesi prensibi” geçerlidir. (s.65).

Ama Gazi cumhuriyet ilan edilmeden bir ay önce şunları da söylüyordu:

“Türkiye’de demokratik bir cumhuriyet teşekkül edecek, bu cumhuriyet hiçbir surette Batı cumhuriyetleri esaslarından farklı bulunmayacak” (s.173).

Gazi erken seçim kararı aldı ve Haziran 1923 seçimlerinde kendisinin özenle hazırladığı aday listeleri sonucunda, iki bağımsız hariç, tüm muhalifler İkinci Meclis dışında kaldı.

Listeler hazırlanırken Kazım Paşa, İkinci Grup’tan hiç kimsenin aday gösterilmediğini, halbuki onların da İstiklal Mücadelesine canla başla hizmet etmiş insanlar olduğunu söylediğinde, Gazi’nin cevabı netti: “Ben muhalif istemiyorum” (s.21).

Kurtuluş Savaşı’na ilk katılan beş general, Mustafa Kemal Paşa’ya ilaveten Rauf (Orbay), Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy) ve Refet (Bele) Paşalardır. Tabii bu dört önde gelen komutan aday yapıldı ve yüksek ikinci seçmen oylarıyla İkinci Meclis’e girdiler.

Nisan 1919’da Kazım Paşa Trabzon’a, Mayıs’ta Mustafa Kemal ve Refet Paşalar beraber aynı gemiyle Samsun’a geçmişti. Rauf Paşa, Bahriye Nazırlığını bırakarak Haziran 1919’da Ankara’ya katılmıştı. Ali Fuat Paşa zaten Anadolu’da idi ve işgal kuvvetlerine karşı savaşı fiilen başlatan komutandı. Kurtuluş Savaşının başlıca askeri dayanağını oluşturan iki kolordunun başında Kazım ve Ali Fuat Paşalar bulunuyordu.

Mustafa Kemal’in yakın silah arkadaşı komutanlar, onun yeni rejimin başında bulunmasını ama değişik siyasi görüşler ve partiler arasında “hakiki bir hakem gibi” kalmasını, parti kurup başına geçmemesini ve kuvvetler ayrılığı prensibini olabildiğince gözetecek çok partili rejimle yola devam edilmesini istiyordu. “Partili cumhurbaşkanı” modeline karşıydılar ve bunları Gazi’nin kendisine ifade etmişlerdi.

Muhakkak ki zihinlerinde 1908’de demokrasi ve özgürlük umutlarıyla başlayan ama 1913’te tek parti diktatörlüğüne dönüşen İttihat ve Terakki hayal kırıklığı taze duruyordu. 

24 Ekim 1923’te Meclis İkinci Başkanı ve İçişleri Bakanı değişik nedenlerle istifa etti. Bu görevler için önce Halk Fırka’sı Grubu’nda adayların belirlenmesi, daha sonra Meclis’te oylanması gerekiyordu.

Ertesi gün, Gazi’nin titizlikle belirlediği milletvekillerinden oluşan Grup’ta, onun gösterdikleri yerine başka iki isim aday seçildi. Hem de açık arayla!

Gazi’nin başkanlık etmediği oturumları yönetecek kritik İkinci Başkanlık için Grup, kısa süre önce Başvekillik görevinden istifa eden Rauf Bey’i tercih etti. Üstelik Rauf Bey’in kendisi İstanbul’da idi.

“Gazi çözümsüz kalacak bir hükümet krizi çıkaracak, krizi cumhuriyet ilanı ile çözecekti” (s.231). Başvekil Fethi (Okyar) Bey ve bakanları topladı, istifa etmelerini ve tekrar görev almaları için öneriler gelirse kabul etmemelerini istedi.

Gazi, 28 Ekim akşamı İsmet (İnönü) Paşa dahil 7 kişiyi Çankaya’da topladı, “yarın Cumhuriyet ilan ediyoruz” kararını bildirdi. Ertesi gün teker teker herkesin Meclis’te nasıl davranacağına dair “program ve talimat” verdi (s.236). Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda (anayasa) yapılacak değişiklikler için önergeler hazırlandı.

29 Ekim sabahı toplanan Halk Fırkası Grubu hükümet krizini konuşuyordu ve Cumhuriyet’in ilan edileceğinden haberleri yoktu. Gazetelerde Cumhuriyet ilanı hakkında herhangi bir haber yer almıyordu. Değişiklikler önce Grup’tan geçti, akşam saat 20.30’da mevcut 158 üyenin oybirliği ile Meclis’te kabul edildi. Her şey öylesine hızlıydı olmuştu ki, Cumhuriyet ilan eden tarihi oylamaya mebusların sadece yarıdan az fazlası katılabildi (s.259).

İlk maddede “Devletin şekl-i hükümeti Cumuriyet’tir” ifadesi yer aldı. Reisicumhur TBMM tarafından seçilir, başvekili seçer, başvekil tarafından seçilen bakanları Meclis’in onayına sunar, lüzum gördükçe Meclis’e ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder düzenlemeleri getirildi.

Halk Fırka’sı başkanı Gazi, aynı zamanda reisicumhur olarak devlet başkanı, hükümetin başı, Meclis başkanı oldu. Tabii yargı da onun emri altındaydı. İsmet Paşa ilk başbakanlığa atandı.

Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit “Cumhuriyet’in manası padişahlara verilmemiş bir hakkın reisicumhura verilmesi demek olamayacağı için… iyi bir şeyi yapmak için fena bir yol tutulmuştur” diye yazıyordu (s.266).

Kasım 1924’de, İstiklal Savaşı’nı Mustafa Kemal’le beraber başlatan dört komutan Kazım, Rauf, Ali Fuat, Refet Paşalar ile Dr. Adnan (Adıvar) Bey öncülüğünde Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (İlerici Cumhuriyet Partisi) kuruldu. TCF Türkiye’nin ilk muhalefet partisiydi.  İlk Genel Başkanı Kazım Karabekir ve Rauf Bey önde gelen iki lideriydi.

Kazım Bey kendi deyimi ile “hakiki bir demokrasi” taraftarıydı. Rauf Bey hukuka uygunluk konusunda çok titizdi (s.262). Değişik yorumlara göre parti liberal muhafazakar veya özgürlükçü demokrasi çizgisindeydi.

Şubat 1925’te başlayan Şeyh Said İsyanı nedeniyle İsmet Paşa, Takrir-i Sükun kanununu yürürlüğe koydu, basına kapatma ve başka cezalar kesilmesinin yolu açıldı. TCF kurulduktan 7 ay sonra Haziran 1925’te kapatıldı.

Haziran 1926’da İzmir Suikastı sonrasında TCF’nin beş lideri için tutuklama kararı çıktı ve idam talebiyle yargılandılar. Rauf Bey ve Dr. Adnan Bey yurt dışında olduğu için Kazım, Ali Fuat, Refet Paşalar tutuklandı. Mahkeme, Balkan Savaşı sırasında Doğu Akdeniz’de 7 ay boyunca eşi görülmemiş bir kruvazör harekâtı yürüten “Hamidiye Kahramanı” Rauf Paşa’nın vatandaşlık haklarından mahrum edilmesine ve mallarının haczine hüküm verdi.

Gazi Paşa 1927’de Nutuk’ta TCF ile özellikle Kazım ve Rauf Paşalara ağır eleştiriler yöneltir. Cumhuriyet’in ilanına karşı olduklarını, TCF’nin “hain dimağlar” tarafından kurulduğunu, “harici düşmanların taze Türkiye Cumhuriyeti’ni mahvetme planlarına hizmete” çalıştıklarını söyler (s.285-6).

Halbuki Kazım ve Rauf Beyler saltanatın kaldırılması teklifini imzalamıştı. Teklif yasalaştıktan sonra Rauf Bey İstanbul’a giderek kararı son Osmanlı hükümetine bizzat tebliğ etmişti.

İsmet İnönü’nün uzun yıllar sonra söylediklerinin kalın çizgilerle altı çizmek gerekir:

“Terakkiperver’i bizim arkadaşlarımız kurdu. Şeyh Sait İsyanı bizi korkuttuğu için, yeni olan devrimi koruma kaygısıyla bu partiyi kapattık, ama iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık. Hata ettik! Korusaydık, şimdi bu gelenek (demokrasi) yerleşmiş olacaktı” (s.286).

İnönü 1945’te Rauf Orbay ile görüşerek “Karabekir Paşa’yı da alıp Terakkiperver Fırka’yı tekrar kurmalarını” istedi. Siyaseti bırakmış Rauf Bey kabul etmedi (s.286).

Halide Edip’in yıllar önce yaptığı bir öneri var: Cumhuriyet’in başlangıç rejimini bir geçiş devri diye kabul ederek, muhasebesini gelecekteki tarafsız, yani o devrin ne nimetini ne zulmünü yaşamış bir zihniyete bırakmak (s.300).

Acaba Cumhuriyet, zamanın koşullarını dikkate alan ama özgürlük ve demokrasi ilkelerini daha yüksekte tutan bir başlangıç rejimi ile yola çıksaydı, Türkiye bugün daha iyi bir yerde olur muydu?

Yoksa 93 harbinin getirdiği yıkımın üstüne, 1911’den beri kesintisiz yaşanan savaşlar nedeniyle mecalsiz düşmüş kitlelerin ve ağır soyo-ekonomik koşulların hüküm sürdüğü, kadınların %1’nin dahi okur yazar olmadığı bir zeminde, Gazi Mustafa Kemal’in izlediği otoriter dönüşüm (inkılap) projesi en uygun yol muydu? O takdirde, ağır haksızlıkların ve zulmün açıklaması nasıl yapılacaktır?

Akyol’un zevkle ve öğrenerek okuduğum çalışması Halide Edip’in önerdiği muhasebeyi daha iyi yapabilmemiz için mükemmel bir fırsat sunuyor. Burada ele alamadığımız pek çok kritik ayrıntı kitapta yer alıyor.

Akyol’un eserini zenginleştiren bir başka husus, dönemin iktidar yanlısı ve muhalif gazetelerinde yaşanan tartışmaları geniş ve çarpıcı şekilde özetlemesi. Yüz yıl önce yapılan tartışmalarda düşünce içeriği ve muhakeme yeteneği dikkat çekici düzeyde yüksek.

Türkiye’nin siyasi sorunlarını tartışanların kaçırmaması gereken bir eser.    

Tüm yazılarını göster