Aşırı kibir, Amerika’nın ölçüsüz güç politikasının yolunu döşedi

Haber3.com yazarı Haluk Özdalga yazdı: Aşırı kibir, Amerika’nın ölçüsüz güç politikasının yolunu döşedi

Haluk Özdalga haluk.ozdalga@haber3.com

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Batı dünyasının lideri olarak İngiltere’nin yerini aldı (*). 

Sömürgeciliğin tasfiye edildiği, bağımsız devlet sayısının artığı ve milliyetçi akımların güçlendiği dönemde ABD, daha önce Avrupalıların yaptığı gibi, başka ülkeleri işgal edip yönetimi doğrudan üstlenerek devam edemezdi. Zaten eski bir sömürge olan Amerika’da yerleşik zihniyet o yönteme soğuk bakıyordu.

Ama bunun dışında Batı’nın siyasetinde çok az şey değişti. Güç ve çıkar politikası Amerika’nın dış dünya ile ilişkilerinin temelin oluşturdu, diplomasi dahil diğer bütün araçlar tüketildikten sonra başvurulması gereken askeri seçenek öncelikli araç oldu.

ABD’nin askeri gücü ölçüsüz kullanma geleneğinin ipuçları, bağımsızlık ilanını izleyen oluşum döneminde görülebilir.

Kuzeydoğudaki 13 eyaletin 1776’da kurduğu genç Amerikan devletinin ilk işlerinden biri, 1776-1890 arasında yüz yılı aşkın bir süre boyunca yürütülen binlerce askeri operasyonla Kuzey Amerika’nın yerlisi 100’den fazla Kızılderili ulusu/kabileyi imha etmek, etnik temizlik, hayatta kalanları Rocky Dağları ötesindeki verimsiz alanlara sürmek ve topraklarına el koymak oldu. Batıya doğru Pasifik Okyanusu kıyılarına dek yürütülen fetihler sonunda Kızılderili nüfusunun en az %90’ı yok oldu.

Amerikalılar, Avrupalı sömürgecilerin “çıkarların uyumu” teorisinden farklı bir açıklamaya sahipti: Aşikar Kader (Manifest Destiny).

Amerikalıların yerli halkı imha ederek mülklerine el koyması, tanrının belirlediği ilahi kaderin sonucuydu ve bu aşikar bir gerçekten ibaretti.

Aşikar Kader anlayışı kısa sürede daha güçlü entelektüel ifadelere kavuştu ve Amerikan istisnacılığı (American exceptionalism) adı verilen ideoloji doğdu. O zihniyete göre Amerika eşsiz ahlaki değerlere sahip, diğer milletlerden farklı ve istisnai bir ulustur. Dünya sahnesine öncü rol yüklenmek, özgürlük ve demokrasi gibi yüce değerleri ve Amerikan yaşam tarzını yaymak için çıkmıştır. O görev kaderinde yazılıdır. Amerikan ulusuna Tanrı’nın bahşettiği bu ilahi misyonun başarıya ulaşacağına inanmak şarttır.

Bu zihniyet Meksika toprakları fethedilerek güneye doğru genişlemeyi besleyen can suyu oldu. Amerika, Kızılderili operasyonlarını bitirmeden güneye yöneldi. Meksika’ya ait Teksas’a yerleşmiş Amerikalılar sayesinde, eyaletin bir referandumla bağımsızlık ilan etmesi, ardından Amerika’ya katılma kararı alması sağlandı. ABD Başkanı Polk, Meksika’dan Teksas civarındaki toprakları da satmasını istedi.

Meksika Başkanı Herrera müzakere etmeyi reddedince, Amerikan ordusu Meksika’yı işgal etti ve savaş başladı (1846). 300 yıl süren İspanyol sömürge yönetiminden ancak 1820’lerde kurtulabilen talihsiz Meksika henüz kendini toplayamamıştı. Savaşı kaybetti ve bugünkü California, New Meksiko, Utah, Nevada, Arizona, Colorado, Teksas dahil 2,5 milyon km2 araziyi Amerika’ya 15 milyon dolar karşılığında devretmek zorunda kaldı (1848). Ödenen para Amerika’nın kendi bastığı banknotlardı. O topraklar bugünkü Amerika’nın yaklaşık dörtte birini oluşturur ve Türkiye’nin üç katından büyüktür.

Amerikan istisnacılığı 19. yüzyılda kalmış eski bir inanış değildir. Bugün bile Amerika’da o inancı paylaşmayan bir politikacının etkili bir konuma gelebilmesi neredeyse imkansızdır. Demokrat Parti’den ülkenin ilk siyah Başkan’ı seçilen Obama da Amerikan istisnacılığına inandığını açıklamıştı.

Tufts Üniversitesi’nin ABD’nin kuruluşundan bu yana başvurduğu askeri müdahaleleri inceleyen kapsamlı araştırması çarpıcı bulgular içerir. ABD 1776’da kuruluşundan 2020’ye kadar geçen 244 yılda, yaklaşık 400 kez askeri müdahaleye başvurdu. Bunu giderek artan şekilde yaptı ve 1974’den sonra askeri seçeneğe başvurmadığı tek bir yıl olmadı.

Müdahalelerin yarısından çoğu 2. Dünya Savaşı sonrasında, Amerika’nın küresel liderliği üstlenmesini izleyen son 80 yılda gerçekleşti. Dahası, 1991-2020 arasında, ABD’nin dünyada tek Büyük Güç kaldığı dönemde müdahaleler daha da yoğunlaştı. Amerika’nın kuruluşundan bu yana başvurduğu askeri müdahalelerin %29’u, 1991-2020 arasında yaşandı.

Bu veriler Amerika’nın 1945 sonrasındaki ölçüsüz askeri güç kullandığını gösterir. O yolu döşeyen önemli kaynaklardan biri, Amerikan istisnacılığı ideolojisinin kolaylaştırdığı aşırı kibir, gurur ve kendi yeteneklerine sınırsız güven veya kısaca hubris arızası oldu.  

Bir başka araştırmaya göre ABD Soğuk Savaş döneminde (1945-1991), başka ülkelerde 64 kez rejim değişikliği girişiminde bulundu. Bu sayı ortalama her yıl birden fazla rejim değişikliği girişimine denk gelir.

Amerika askeri güce dayalı küresel hegemonyasını bugün, 70’ten fazla ülkedeki 800 civarı askeri üssü kullanarak yürütüyor. Bu sayı İngiltere, Fransa ve Rusya’nın toplamda sahip olduğu 30 üs ile kıyaslanabilir.

ABD uluslararası ilişkilerde demokrasi, özgürlük gibi değerlere ağırlık verdiği iddiasını 2. Dünya Savaşı sonrasında yaygın şekilde dile getirilmeye başladı. O dönemdeki iki kutuplu dünyada rakibi Sovyetler Birliği’ndeki diktatörlük rejimi, Amerika’nın o iddiaları ileri sürmesini kolaylaştırdı.

Ama aynı dönemde çok sayıdaki dış politika uygulaması, o değerlerin Amerika’nın stratejik çıkarlarına zarar vermemek koşuluyla ve sadece tali planda önem taşıdığını gösterir. ABD kendi “çıkarları” olarak gördüğü durumlarda Asya, Afrika ve Latin Amerika’da demokratik seçimlerle işbaşına gelen iktidarları devirmekte ve diktatörlük rejimleriyle sıcak işbirliği yapmakta sakınca görmedi.

İran’daki Muhammed Musaddık (1953), Kongo’daki Patrik Lumumba (1960) veya Şili’deki Salvador Allende (1973) hükümetlerinin devrilmesi sadece bazı örneklerdir. Hepsi demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş bu hükümetlerin CIA destekli darbelerle devrilmesinden sonra ABD, onların yerine gelen dikta rejimlerinin baş koruyucusu oldu. Örnekler kolayca çoğaltılabilir.

Soğuk Savaş’ın bitişini izleyen ilk on yılda (1991-2001) ABD yeni bir küresel strateji oluşturmaya çalışırken, uluslararası askeri müdahaleleri azalmadan devam etti. Demokrasi, insan hakları gibi değerler söylemde ağırlık kazandı. Somali, Haiti ve Balkanlar’da yapılan müdahaleler o dönemde yaşandı.

11 Eylül 2001’de Ortadoğu kökenli teröristlerin Amerika’nın kalbine yaptığı saldırıdan sonra başlatılan Küresel Terör Savaşı, ABD tarihinin en şiddetli askeri müdahale dönemi oldu. Operasyonların ağırlık merkezi Ortadoğu ve Afrika idi ama, Avrupa hariç dünyanın her kıtası müdahalelerin hedefiydi.

2001’de Afganistan’da başlayan işgal 20 yıl sürdü ve ABD tarihinin en uzun savaşı oldu. Planlı şekilde imal edilen sahte gerekçelerle 2003’te Irak savaşını başlattı. 2011’de başlayan Suriye iç savaşında Cihatçılara akan askeri desteğin baş koordinatörü ABD idi.

Bu üç ülkedeki savaşlarda ölenlerin sayısı 1 milyon 400 bin civarındadır. ABD’nin o savaşlardaki gerekçesi demokrasi getirmekti, ama hiçbirinde henüz temel siyasi istikrar dahi sağlanamadı.

Pakistan, Somali, Yemen gibi ülkelerde savaş sadece insansız hava araçlarıyla (dron) yürütüldü. Maliyet daha düşüktü ve Amerikalı askerlerin zarar görme tehlikesi yoktu. Dron saldırıları CIA tarafından yönetildiği için Kongre ve yargı denetimi dışındaydı. O nedenle dron savaşı hakkında güvenilir veri azdır. Resmi söyleme göre “yüksek değerli hedefler” imha ediliyordu ama “yan hasar” adı altında hayatını kaybeden çok sayıda sivil ve çocukların sayısı tam olarak bilinmez. Dron bombardımanı, Nobel Barış ödüllü Başkan Obama döneminde (2009-2016) zirve yaptı. O yıllarda ABD ordusu klasik savaş uçakları pilotundan daha çok dron pilotu istihdam ediyordu.

Amerika’nın 1945 sonrasında izlediği aşırı saldırgan dış politikasının veya gösterdiği hubris arızasının sonuçları şöyle özetlenebilir.

•          “Amerika’nın çıkarları” kavramı en geniş şekilde tanımlansa ve en esnek şekilde yorumlansa bile, o çıkarların maruz kaldığı tehdit alt düzeydeydi. Kendisini sınırlama yeteneği zayıf düşmüş Amerika’nın tepkileri orantısız ve aşırı oldu.

•          Amerikan istisnacılığı veya genel olarak Amerika’nın kendini tanımlama şekli demokrasi, özgürlük gibi değerlerin küresel öncülüğünü yaptığı iddiasına dayanır. Askeri güç temelli saldırgan dış politika o iddiayla kaba bir zıtlık içindedir.

•          Amerika’nın meşru savunma ile izah edilemeyecek aşırı saldırgan dış politikası, Avrupa hariç dünyanın diğer kıtalarında yaygın şekilde hem bir sorun kaynağı hem çifte standart ve riyakarlık olarak görüldü.

Yüzyıllar boyunca Avrupa devletleri arasında yaşanan yoğun çatışmalar 2. Dünya Savaşı’yla beraber son buldu ve kıta barış dönemine girdi, Avrupa Birliği kuruldu. AB’nin iç ilişkilerinde temel değerler öne çıktı ama dış siyasetinde ciddi bir ağırlık taşımadı. Avrupa dış politikada Amerika’nın arkasında hizalandı ve peşinden gitti.

Bunun son örneğini Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırarak 1.200 kişiyi öldürmesiyle başlayan savaşta gördük. Ekim 2025’te taraflar arasında kırılgan bir barış anlaşması sağlanana kadar İsrail sadece hunharca katliamlar değil, başlıca uzman hukukçularının mutabık kaldığı üzere soykırım yaptı. Savaşın başında İsrail hükümetinin yetkilileri soykırım niyetini orduya verdikleri emirlerde açıkça ifade etti, askerler o talimatların gereğini dünyanın gözü önünde yerine getirdi.

Hitler bile Yahudi soykırımını kamuoyundan gizleyerek yapmıştı.

Ama bütün bunlar, az sayıda istisna dışında, Batılı hükümetleri ikna etmeye yetmedi. Sorumlunun 7 Ekim saldırısını yapan Hamas olduğunu ve İsrail’in kendisini savunduğunu iddia etmeye, İsrail’in işgalini görmezden gelmeye devam ettiler. Bu tavır şaşırtıcı değildir.

Batılı devletlerin sömürgecilik dönemindeki davranışları ile İsrail’in Filistin’de yaptıkları süreklilik içindedir.

Misal, sömürgelerdeki yerel halkların pek çok isyanını kanlı şekilde bastıran Avrupalılar, sorumluluğu hep isyan başlatan halka attı, arka planda yatan işgali görmedi.

Hindistan’da bütün ülkeye yayılan 1857-58 isyanı sırasında İngiliz sömürge yönetimi, Anglosakson tarihçilere göre 800 bin Hintliyi öldürdü- aslında daha fazlaydı. Top namlularının ucuna bağlanan elebaşları, toplar ateşlenerek infaz edildi. Ama İngilizlere göre bütün sorumluluk isyanı başlatan Hintli paralı askerlere aittir (Sepoy’lar).


Ressam Vasily Vereshcagin’in tablosu, 1857 Hint İsyanı elebaşlarının top namlusu ucunda infaz edilişini tasvir eder. Bugün nerede olduğu bilinmeyen eserin, Britanya hükümeti tarafından satın alınıp imha edildiği veya gizlendiği tahmin ediliyor.

Emperyal geleneğin ve sömürgecilik zihniyetinin izleri Batı’da bugün tamamen ortadan kalkmadı ve değişik görüntüler altında yaşamaya devam ediyor.

Kıdemli diplomat Robert Cooper’ın Guardian gazetesinde yayınlanan “Yeni liberal emperyalizm” başlıklı makalesi ender rastlanan bir samimiyetle kaleme alınmıştır, yukarıdaki gözlemleri doğrular (7.4.2002).

Cooper uzun yıllar Britanya Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey görevler yaptı, Başbakan Tony Blair’in “yeni enternasyonalizm” siyasetinin oluşumuna katkı verdi, Brüksel’de Avrupa Birliği’nin güvenlik ve dış ilişkiler bölümünde Genel Müdür düzeyinde çalıştı.

Cooper’a göre, 2. Dünya Savaşı sonrasında üç tür devlet ortaya çıktı. Birincisi, Batı’nın post-modern devletleridir ve ağırlıklı olarak Avrupa’da görülür. Güvenlik onlar için artık bir fetih meselesi değildir. İkincisi, Somali ve Afganistan gibi modernlik öncesi devletlerdir. Üçüncüsü, henüz post-modern aşamaya gelememiş klasik anlamdaki “modern” devletlerdir; Hindistan, Pakistan, Çin gibi.

Yazara göre post-modern devletler birbirlerine karşı artık tehdit oluşturmaz ama modern ve modernlik öncesi devletler tehdit kaynağıdır. Post modern devletlerin bu durumda yapması gereken, emperyalizmin bilinen sömürgecilik yöntemlerine başvurmak olmalıdır. Ama çağımızda bu mümkün değildir, o nedenle “yeni liberal emperyalizme” ihtiyaç vardır. Sözü Cooper’a bırakalım:

“Post modern dünyanın önündeki meydan okuma, çifte standart düşüncesine alışmaktır. Kendi aramızda, yasalar ve güvenlik için açık işbirliği temelinde beraber iş yapıyoruz. Ama post-modern Avrupa kıtası dışında kalan eski tür devletlerle iş yaparken, önceki çağın daha sert yöntemlerine başvurmamız gerekiyor; kuvvet kullanımı, engelleyici saldırı, aldatmaca… Kendi aramızda yasalara uyacağız, ama vahşi ormanda iş tutarken vahşi orman yasalarını da kullanmak zorundayız… Savunmacı bir emperyalizmi tahayyül etmek mümkündür.”

“Müdahale hangi biçimler almalı? Kargaşayla uğraşmanın en mantıklı yolu, eskiden en çok başvurulduğu gibi sömürgeciliktir. Ama sömürgecilik post modern devletler tarafından kabul edilebilir değil… halbuki sömürgecilik için fırsatlar ve hatta belki ihtiyaç, on dokuzuncu yüzyılda olduğu kadar büyüktür.”

Şimdi dünya en az 10-15 yıl sürecek bir geçiş dönemi yaşıyor ve bunun sonunda Batı’nın 400 yıldır süren hegemonyasının yerini büyük olasılıkla çok merkezli bir uluslararası sistem alacak.

Tarihi tecrübe gösteriyor ki, kendi içinde demokrasi ve hukuk devleti gibi değerleri benimsemiş olsa dahi, küresel güç tekelini eline geçirenler dünyada karanlık gelişmelere neden oluyor.

Çok merkezli sistemin oluşturacağı dengeler sayesinde barış ve bütün taraflar için gelişme, umut edelim ki daha kolay ulaşılabilir hedefler olsun.

…..

(*)- Bu yazı, yakında piyasaya çıkması planlanan “Cezayir’in Kısa Tarihi- Barbaros’tan Cihatçılara” başlıklı kitaptaki bir alt bölümünün kısaltılarak gözden geçirilmiş şeklidir. Orijinal metindeki referanslara burada yer verilmedi.

">

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Batı dünyasının lideri olarak İngiltere’nin yerini aldı (*). 

Sömürgeciliğin tasfiye edildiği, bağımsız devlet sayısının artığı ve milliyetçi akımların güçlendiği dönemde ABD, daha önce Avrupalıların yaptığı gibi, başka ülkeleri işgal edip yönetimi doğrudan üstlenerek devam edemezdi. Zaten eski bir sömürge olan Amerika’da yerleşik zihniyet o yönteme soğuk bakıyordu.

Ama bunun dışında Batı’nın siyasetinde çok az şey değişti. Güç ve çıkar politikası Amerika’nın dış dünya ile ilişkilerinin temelin oluşturdu, diplomasi dahil diğer bütün araçlar tüketildikten sonra başvurulması gereken askeri seçenek öncelikli araç oldu.

ABD’nin askeri gücü ölçüsüz kullanma geleneğinin ipuçları, bağımsızlık ilanını izleyen oluşum döneminde görülebilir.

Kuzeydoğudaki 13 eyaletin 1776’da kurduğu genç Amerikan devletinin ilk işlerinden biri, 1776-1890 arasında yüz yılı aşkın bir süre boyunca yürütülen binlerce askeri operasyonla Kuzey Amerika’nın yerlisi 100’den fazla Kızılderili ulusu/kabileyi imha etmek, etnik temizlik, hayatta kalanları Rocky Dağları ötesindeki verimsiz alanlara sürmek ve topraklarına el koymak oldu. Batıya doğru Pasifik Okyanusu kıyılarına dek yürütülen fetihler sonunda Kızılderili nüfusunun en az %90’ı yok oldu.

Amerikalılar, Avrupalı sömürgecilerin “çıkarların uyumu” teorisinden farklı bir açıklamaya sahipti: Aşikar Kader (Manifest Destiny).

Amerikalıların yerli halkı imha ederek mülklerine el koyması, tanrının belirlediği ilahi kaderin sonucuydu ve bu aşikar bir gerçekten ibaretti.

Aşikar Kader anlayışı kısa sürede daha güçlü entelektüel ifadelere kavuştu ve Amerikan istisnacılığı (American exceptionalism) adı verilen ideoloji doğdu. O zihniyete göre Amerika eşsiz ahlaki değerlere sahip, diğer milletlerden farklı ve istisnai bir ulustur. Dünya sahnesine öncü rol yüklenmek, özgürlük ve demokrasi gibi yüce değerleri ve Amerikan yaşam tarzını yaymak için çıkmıştır. O görev kaderinde yazılıdır. Amerikan ulusuna Tanrı’nın bahşettiği bu ilahi misyonun başarıya ulaşacağına inanmak şarttır.

Bu zihniyet Meksika toprakları fethedilerek güneye doğru genişlemeyi besleyen can suyu oldu. Amerika, Kızılderili operasyonlarını bitirmeden güneye yöneldi. Meksika’ya ait Teksas’a yerleşmiş Amerikalılar sayesinde, eyaletin bir referandumla bağımsızlık ilan etmesi, ardından Amerika’ya katılma kararı alması sağlandı. ABD Başkanı Polk, Meksika’dan Teksas civarındaki toprakları da satmasını istedi.

Meksika Başkanı Herrera müzakere etmeyi reddedince, Amerikan ordusu Meksika’yı işgal etti ve savaş başladı (1846). 300 yıl süren İspanyol sömürge yönetiminden ancak 1820’lerde kurtulabilen talihsiz Meksika henüz kendini toplayamamıştı. Savaşı kaybetti ve bugünkü California, New Meksiko, Utah, Nevada, Arizona, Colorado, Teksas dahil 2,5 milyon km2 araziyi Amerika’ya 15 milyon dolar karşılığında devretmek zorunda kaldı (1848). Ödenen para Amerika’nın kendi bastığı banknotlardı. O topraklar bugünkü Amerika’nın yaklaşık dörtte birini oluşturur ve Türkiye’nin üç katından büyüktür.

Amerikan istisnacılığı 19. yüzyılda kalmış eski bir inanış değildir. Bugün bile Amerika’da o inancı paylaşmayan bir politikacının etkili bir konuma gelebilmesi neredeyse imkansızdır. Demokrat Parti’den ülkenin ilk siyah Başkan’ı seçilen Obama da Amerikan istisnacılığına inandığını açıklamıştı.

Tufts Üniversitesi’nin ABD’nin kuruluşundan bu yana başvurduğu askeri müdahaleleri inceleyen kapsamlı araştırması çarpıcı bulgular içerir. ABD 1776’da kuruluşundan 2020’ye kadar geçen 244 yılda, yaklaşık 400 kez askeri müdahaleye başvurdu. Bunu giderek artan şekilde yaptı ve 1974’den sonra askeri seçeneğe başvurmadığı tek bir yıl olmadı.

Müdahalelerin yarısından çoğu 2. Dünya Savaşı sonrasında, Amerika’nın küresel liderliği üstlenmesini izleyen son 80 yılda gerçekleşti. Dahası, 1991-2020 arasında, ABD’nin dünyada tek Büyük Güç kaldığı dönemde müdahaleler daha da yoğunlaştı. Amerika’nın kuruluşundan bu yana başvurduğu askeri müdahalelerin %29’u, 1991-2020 arasında yaşandı.

Bu veriler Amerika’nın 1945 sonrasındaki ölçüsüz askeri güç kullandığını gösterir. O yolu döşeyen önemli kaynaklardan biri, Amerikan istisnacılığı ideolojisinin kolaylaştırdığı aşırı kibir, gurur ve kendi yeteneklerine sınırsız güven veya kısaca hubris arızası oldu.  

Bir başka araştırmaya göre ABD Soğuk Savaş döneminde (1945-1991), başka ülkelerde 64 kez rejim değişikliği girişiminde bulundu. Bu sayı ortalama her yıl birden fazla rejim değişikliği girişimine denk gelir.

Amerika askeri güce dayalı küresel hegemonyasını bugün, 70’ten fazla ülkedeki 800 civarı askeri üssü kullanarak yürütüyor. Bu sayı İngiltere, Fransa ve Rusya’nın toplamda sahip olduğu 30 üs ile kıyaslanabilir.

ABD uluslararası ilişkilerde demokrasi, özgürlük gibi değerlere ağırlık verdiği iddiasını 2. Dünya Savaşı sonrasında yaygın şekilde dile getirilmeye başladı. O dönemdeki iki kutuplu dünyada rakibi Sovyetler Birliği’ndeki diktatörlük rejimi, Amerika’nın o iddiaları ileri sürmesini kolaylaştırdı.

Ama aynı dönemde çok sayıdaki dış politika uygulaması, o değerlerin Amerika’nın stratejik çıkarlarına zarar vermemek koşuluyla ve sadece tali planda önem taşıdığını gösterir. ABD kendi “çıkarları” olarak gördüğü durumlarda Asya, Afrika ve Latin Amerika’da demokratik seçimlerle işbaşına gelen iktidarları devirmekte ve diktatörlük rejimleriyle sıcak işbirliği yapmakta sakınca görmedi.

İran’daki Muhammed Musaddık (1953), Kongo’daki Patrik Lumumba (1960) veya Şili’deki Salvador Allende (1973) hükümetlerinin devrilmesi sadece bazı örneklerdir. Hepsi demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş bu hükümetlerin CIA destekli darbelerle devrilmesinden sonra ABD, onların yerine gelen dikta rejimlerinin baş koruyucusu oldu. Örnekler kolayca çoğaltılabilir.

Soğuk Savaş’ın bitişini izleyen ilk on yılda (1991-2001) ABD yeni bir küresel strateji oluşturmaya çalışırken, uluslararası askeri müdahaleleri azalmadan devam etti. Demokrasi, insan hakları gibi değerler söylemde ağırlık kazandı. Somali, Haiti ve Balkanlar’da yapılan müdahaleler o dönemde yaşandı.

11 Eylül 2001’de Ortadoğu kökenli teröristlerin Amerika’nın kalbine yaptığı saldırıdan sonra başlatılan Küresel Terör Savaşı, ABD tarihinin en şiddetli askeri müdahale dönemi oldu. Operasyonların ağırlık merkezi Ortadoğu ve Afrika idi ama, Avrupa hariç dünyanın her kıtası müdahalelerin hedefiydi.

2001’de Afganistan’da başlayan işgal 20 yıl sürdü ve ABD tarihinin en uzun savaşı oldu. Planlı şekilde imal edilen sahte gerekçelerle 2003’te Irak savaşını başlattı. 2011’de başlayan Suriye iç savaşında Cihatçılara akan askeri desteğin baş koordinatörü ABD idi.

Bu üç ülkedeki savaşlarda ölenlerin sayısı 1 milyon 400 bin civarındadır. ABD’nin o savaşlardaki gerekçesi demokrasi getirmekti, ama hiçbirinde henüz temel siyasi istikrar dahi sağlanamadı.

Pakistan, Somali, Yemen gibi ülkelerde savaş sadece insansız hava araçlarıyla (dron) yürütüldü. Maliyet daha düşüktü ve Amerikalı askerlerin zarar görme tehlikesi yoktu. Dron saldırıları CIA tarafından yönetildiği için Kongre ve yargı denetimi dışındaydı. O nedenle dron savaşı hakkında güvenilir veri azdır. Resmi söyleme göre “yüksek değerli hedefler” imha ediliyordu ama “yan hasar” adı altında hayatını kaybeden çok sayıda sivil ve çocukların sayısı tam olarak bilinmez. Dron bombardımanı, Nobel Barış ödüllü Başkan Obama döneminde (2009-2016) zirve yaptı. O yıllarda ABD ordusu klasik savaş uçakları pilotundan daha çok dron pilotu istihdam ediyordu.

Amerika’nın 1945 sonrasında izlediği aşırı saldırgan dış politikasının veya gösterdiği hubris arızasının sonuçları şöyle özetlenebilir.

•          “Amerika’nın çıkarları” kavramı en geniş şekilde tanımlansa ve en esnek şekilde yorumlansa bile, o çıkarların maruz kaldığı tehdit alt düzeydeydi. Kendisini sınırlama yeteneği zayıf düşmüş Amerika’nın tepkileri orantısız ve aşırı oldu.

•          Amerikan istisnacılığı veya genel olarak Amerika’nın kendini tanımlama şekli demokrasi, özgürlük gibi değerlerin küresel öncülüğünü yaptığı iddiasına dayanır. Askeri güç temelli saldırgan dış politika o iddiayla kaba bir zıtlık içindedir.

•          Amerika’nın meşru savunma ile izah edilemeyecek aşırı saldırgan dış politikası, Avrupa hariç dünyanın diğer kıtalarında yaygın şekilde hem bir sorun kaynağı hem çifte standart ve riyakarlık olarak görüldü.

Yüzyıllar boyunca Avrupa devletleri arasında yaşanan yoğun çatışmalar 2. Dünya Savaşı’yla beraber son buldu ve kıta barış dönemine girdi, Avrupa Birliği kuruldu. AB’nin iç ilişkilerinde temel değerler öne çıktı ama dış siyasetinde ciddi bir ağırlık taşımadı. Avrupa dış politikada Amerika’nın arkasında hizalandı ve peşinden gitti.

Bunun son örneğini Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırarak 1.200 kişiyi öldürmesiyle başlayan savaşta gördük. Ekim 2025’te taraflar arasında kırılgan bir barış anlaşması sağlanana kadar İsrail sadece hunharca katliamlar değil, başlıca uzman hukukçularının mutabık kaldığı üzere soykırım yaptı. Savaşın başında İsrail hükümetinin yetkilileri soykırım niyetini orduya verdikleri emirlerde açıkça ifade etti, askerler o talimatların gereğini dünyanın gözü önünde yerine getirdi.

Hitler bile Yahudi soykırımını kamuoyundan gizleyerek yapmıştı.

Ama bütün bunlar, az sayıda istisna dışında, Batılı hükümetleri ikna etmeye yetmedi. Sorumlunun 7 Ekim saldırısını yapan Hamas olduğunu ve İsrail’in kendisini savunduğunu iddia etmeye, İsrail’in işgalini görmezden gelmeye devam ettiler. Bu tavır şaşırtıcı değildir.

Batılı devletlerin sömürgecilik dönemindeki davranışları ile İsrail’in Filistin’de yaptıkları süreklilik içindedir.

Misal, sömürgelerdeki yerel halkların pek çok isyanını kanlı şekilde bastıran Avrupalılar, sorumluluğu hep isyan başlatan halka attı, arka planda yatan işgali görmedi.

Hindistan’da bütün ülkeye yayılan 1857-58 isyanı sırasında İngiliz sömürge yönetimi, Anglosakson tarihçilere göre 800 bin Hintliyi öldürdü- aslında daha fazlaydı. Top namlularının ucuna bağlanan elebaşları, toplar ateşlenerek infaz edildi. Ama İngilizlere göre bütün sorumluluk isyanı başlatan Hintli paralı askerlere aittir (Sepoy’lar).


Ressam Vasily Vereshcagin’in tablosu, 1857 Hint İsyanı elebaşlarının top namlusu ucunda infaz edilişini tasvir eder. Bugün nerede olduğu bilinmeyen eserin, Britanya hükümeti tarafından satın alınıp imha edildiği veya gizlendiği tahmin ediliyor.

Emperyal geleneğin ve sömürgecilik zihniyetinin izleri Batı’da bugün tamamen ortadan kalkmadı ve değişik görüntüler altında yaşamaya devam ediyor.

Kıdemli diplomat Robert Cooper’ın Guardian gazetesinde yayınlanan “Yeni liberal emperyalizm” başlıklı makalesi ender rastlanan bir samimiyetle kaleme alınmıştır, yukarıdaki gözlemleri doğrular (7.4.2002).

Cooper uzun yıllar Britanya Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey görevler yaptı, Başbakan Tony Blair’in “yeni enternasyonalizm” siyasetinin oluşumuna katkı verdi, Brüksel’de Avrupa Birliği’nin güvenlik ve dış ilişkiler bölümünde Genel Müdür düzeyinde çalıştı.

Cooper’a göre, 2. Dünya Savaşı sonrasında üç tür devlet ortaya çıktı. Birincisi, Batı’nın post-modern devletleridir ve ağırlıklı olarak Avrupa’da görülür. Güvenlik onlar için artık bir fetih meselesi değildir. İkincisi, Somali ve Afganistan gibi modernlik öncesi devletlerdir. Üçüncüsü, henüz post-modern aşamaya gelememiş klasik anlamdaki “modern” devletlerdir; Hindistan, Pakistan, Çin gibi.

Yazara göre post-modern devletler birbirlerine karşı artık tehdit oluşturmaz ama modern ve modernlik öncesi devletler tehdit kaynağıdır. Post modern devletlerin bu durumda yapması gereken, emperyalizmin bilinen sömürgecilik yöntemlerine başvurmak olmalıdır. Ama çağımızda bu mümkün değildir, o nedenle “yeni liberal emperyalizme” ihtiyaç vardır. Sözü Cooper’a bırakalım:

“Post modern dünyanın önündeki meydan okuma, çifte standart düşüncesine alışmaktır. Kendi aramızda, yasalar ve güvenlik için açık işbirliği temelinde beraber iş yapıyoruz. Ama post-modern Avrupa kıtası dışında kalan eski tür devletlerle iş yaparken, önceki çağın daha sert yöntemlerine başvurmamız gerekiyor; kuvvet kullanımı, engelleyici saldırı, aldatmaca… Kendi aramızda yasalara uyacağız, ama vahşi ormanda iş tutarken vahşi orman yasalarını da kullanmak zorundayız… Savunmacı bir emperyalizmi tahayyül etmek mümkündür.”

“Müdahale hangi biçimler almalı? Kargaşayla uğraşmanın en mantıklı yolu, eskiden en çok başvurulduğu gibi sömürgeciliktir. Ama sömürgecilik post modern devletler tarafından kabul edilebilir değil… halbuki sömürgecilik için fırsatlar ve hatta belki ihtiyaç, on dokuzuncu yüzyılda olduğu kadar büyüktür.”

Şimdi dünya en az 10-15 yıl sürecek bir geçiş dönemi yaşıyor ve bunun sonunda Batı’nın 400 yıldır süren hegemonyasının yerini büyük olasılıkla çok merkezli bir uluslararası sistem alacak.

Tarihi tecrübe gösteriyor ki, kendi içinde demokrasi ve hukuk devleti gibi değerleri benimsemiş olsa dahi, küresel güç tekelini eline geçirenler dünyada karanlık gelişmelere neden oluyor.

Çok merkezli sistemin oluşturacağı dengeler sayesinde barış ve bütün taraflar için gelişme, umut edelim ki daha kolay ulaşılabilir hedefler olsun.

…..

(*)- Bu yazı, yakında piyasaya çıkması planlanan “Cezayir’in Kısa Tarihi- Barbaros’tan Cihatçılara” başlıklı kitaptaki bir alt bölümünün kısaltılarak gözden geçirilmiş şeklidir. Orijinal metindeki referanslara burada yer verilmedi.

Tüm yazılarını göster