Batı’da iç rejim ve dış siyaset her zaman farklı oldu

Haber3.com yazarı Haluk Özdalga yazdı: Batı’da iç rejim ve dış siyaset her zaman farklı oldu

Haluk Özdalga haluk.ozdalga@haber3.com

“Bu esere verdiğim isim pek de gerçeğe uymamaktadır. Zira Avrupa’nın Türkiye’ye karşı takip ettiği siyasette ahlak mefhumuna (kavramına) asla yer verilmemiştir. Batı, hakkını daima kuvvetten almış, tek gayesi de başarıya ulaşmak olmuştur… Müsamaha (hoşgörü), Avrupa’da ne dini sahada ne politika alanında ve bilhassa ne de müstemleke (sömürge) siyasetinde hiçbir zaman milli bir fazilet olarak tecelli etmiştir (kendini göstermiştir).”

Batı’nın Doğu Politikasının Ahlaken İflası, Ahmed Rıza Bey, II. Meşrutiyet (1908) dönemi Meclis-i Mebusan Başkanı

Foto: Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında yaygın işkence yapan birliklerin komutanı General Aussaresses (Ossares), emekli olduktan sonra, Fransa’nın çıkarları için işkence yaptıklarını ve bunun gerekli olduğunu açıkladı.

05.11.2025

Evrensel özgürlük, eşitlik, kardeşlik bayrağını açan 1789 Fransız Devrimi’nden kısa bir süre sonra Fransa 1830’da Cezayir’i işgal etti.

Fransız işgaline karşı ilk direnişi örgütleyen ve ‘uygar’ Avrupa’nın ikinci en güçlü ordusuna karşı 15 yıl çıplak elleriyle direnen mücahitlerin lideri Emir Abdülkadir, yüzleşmek zorunda kaldıkları barbarlığı anlamakta zorlanıyor ve şok içinde soruyordu: “Kendisini güçlü ve barışçı bir ülke kabul eden Fransa’yı harekete geçiren bu açgözlülük nedir? Niçin bize karşı savaş yapıyorlar? Yeteri kadar toprakları yok mu?”

Bir an için Emir Abdülkadir’in haykırışı üzerinde duralım ve anlamaya, bazı yanıtlar bulmaya çalışalım.

Hukukun üstünlüğü, insan hak ve özgürlükleri gibi temel değerler Avrupa düşünce hayatının ve aydınlanma sürecinin ürünleri olarak çağdaş içeriklerine kavuştu. Artık evrensel ve tüm insanlık için geçerli o değerlerin gerçekleşmesi açısından Batı ülkeleri bugün, işleyişleri elbet kusursuz değil ama, dünyanın en başarılı örnekleri arasında yer alıyor.

Emir Abdülkadir’i şok eden tutum Fransa’ya özgü değildi. Fransa “açgözlü” bir şekilde saldırıyordu, çünkü Batı’nın kendi ülkelerinde içselleştirmeye çalıştığı temel değerler ile dış siyasetlerini şekillendiren dürtüler her zaman farklı oldu. 1600’lerden itibaren küresel üstünlüğü ele geçiren Batılı ülkelerinin dış siyasetinde o değerler, bugün dahil hiçbir zaman belirleyici, hatta ağırlıklı bir yere sahip olmadı.

Burada Batı dediğimiz, 20. yüzyıldaki iki büyük dünya savaşına kadar Avrupa’dır veya daha net olarak ifade etmek gerekirse, batı ve merkezi Avrupa’dır.

İki büyük savaş öncesindeki yüzyıllar boyunca Avrupalı devletlerin dış dünya ile ilişkilerinin önemli bir parçasını sömürgecilik oluşturdu. Diğer büyük parçası, kendi aralarında yaptıkları yoğun savaşlardı. İki alanda da temel değerlerin kayda değer bir ağırlığı yoktu.

  1. Dünya Savaşı’yla beraber Amerika dünya sahnesine çıktı ve Batı’nın liderliğini üstlendi, temel değerler Amerika’nın dış politika söyleminde yer almaya başladı. Ama uygulama o söylemle zıtlık içindeydi.

Ayrıntılı bir incelemeye geçmeden önce iki konuyu ele almak faydalı olabilir. Sırasıyla, temel değerlerin gelişmesi ve Batı’nın küresel hegemonyasını mümkün kılan tarihsel süreçler. 

*     *     *

1600 ve 1700’lerde adım adım gelişen Aydınlanma felsefesinin esası, büyük düşünür Immanuel Kant’ın (1724-1804) vurguladığı gibi, insan aklının her türlü dogma ve önyargıdan kurtularak özgürlüğünü elde etmesi ve sınırsız potansiyeline kavuşması arayışıdır.

İnsanlar çok eskilerden beri, hükümdarın istediği her şeyi kapsayacak kadar genişleyen yasaların, zulümden kurtulmaya yetmediğini görüyor ve yürürlükteki yasaların (pozitif hukuk) üstünde genel geçerliliği olan başka yasalar arıyordu. Bu arayış doğal hukuk düşüncesini oluşturdu.

Aydınlanma döneminde pek çok Avrupalı düşünürün katkısıyla, doğal hukuk düşüncesi evrim geçirdi ve toplumsal sözleşme anlayışı üzerine oturdu. O yoruma göre insanlar devlet ortaya çıkmadan önce “doğa durumunda” yaşıyordu; herkes kendisinin efendisiydi, iyi ve kötü anlayışına göre kendi yasalarını belirliyor ve başkalarına uygulamaya çalışıyordu.

Söz konusu kargaşa durumundan kurtulmak için insanların kabul ettiği varsayılan bir toplumsal sözleşmeyle devlet kuruldu ve yürütme, yasama, yargı dahil bazı haklar devlete (siyasal toplum) devredildi, böylece sivil ve siyasal toplum ayrımı ortaya çıktı. Ama insanlar yaşamak ve hür olmak gibi temel haklarını devretmedi, onlardan vazgeçmedi. Esasen amaç o hakların daha iyi korunmasıydı.

Toplumsal sözleşme anlayışı, yaşanmış somut tarihi süreçleri anlatan bir özet değil, devlet ve hukuk ilişkisini, hukukun üstünlüğünü kavramsallaştırma amacıyla geliştirilmiş soyut ve felsefi bir modeldir.

Bu düşünce evrimi sonunda Avrupa’da adım adım vazgeçilmez temel hak ve özgürlükler ve hukuk devleti anlayışı gelişti. 19. yüzyılda sanayileşmeyle beraber işçi sınıfının büyümesi ve verilen mücadeleler sonunda, genel oy hakkı yaygınlık kazandı, demokrasi ve eşitlik talepleri güçlendi.

Amerika’nın bağımsızlık mücadelesinde ön planda yer alan liderler entelektüel yönü güçlü siyasetçilerdi ve Avrupalı Aydınlanma düşünürlerinin büyük etkisi altındaydılar.

Amerika’nın kurucu babaları diye bilinen o liderler, 1787’de ülkenin ilk anayasasını kaleme alırken demokrasinin başarısı açısından kritik önem taşıyan kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulamada geçerlilik kazanabileceği bir devlet yapısı kurdu. Yürütme, yasama ve yargı erklerinin olabildiğince birbirinden bağımsız işlediği bir sistem oluştu. Böylece çağdaş demokrasinin gelişimine tarihi bir katkı yaptılar.

*     *     *

Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfettiği günlerde Avrupa dünyanın en gelişmiş bölgesi değildi, hatta doğudaki pek çok ülkeye kıyasla iktisaden geri kalmıştı. Aradan dört yüzyıl geçtikten sonra 1900’lerin başında Batılı ülkeler, Amerika ve Afrika kıtalarının tamamını, Asya’nın büyük kısmını yani neredeyse bütün dünyayı kontrol ediyordu.

Modern tarihin en çetin sorularından biri şudur: Bu nasıl mümkün oldu? 1600’lerde Batı’nın küresel liderliği ele geçirmesi ve hegemonyası hangi dinamikler sonunda gerçekleşti?

Batı’nın üstünlüğüne giden tarihi süreçler çok yaklaşık olarak ve en genel hatlarıyla aşağıdaki gibi özetlenebilir.

1400’ler: İtalya merkezli Rönesans, antik Yunan ve Roma kültürünün yeniden keşfedilmesi, sekülerizme giden sürecin ilerlemeye başlaması.

1500’ler: Almanya merkezli dinde reform hareketi (Reformasyon).

1600’ler: Kopernik ve Newton’un evrenin ve doğanın sırlarını çözmesiyle başlayan, sonraki yüzyıllarda devam edecek Bilimsel Devrimler.

1700’ler: Aydınlanma ve yüzyılın ikinci yarısında İngiltere merkezli Sanayi Devrimi’nin ilk aşamaları.

1800’ler: Sanayi Devrimi’nin hız kazanması ve yayılması. Siyasi reformlar, parlamenter sistem ve temsili demokrasinin yerleşmesi.

Yaygın yorumlara göre bu süreçler Avrupa’nın üstünlük kazanmasının altyapısını oluşturdu, Batı’nın ekonomik ve askeri gücü hızla büyüdü ve diğerlerini geride bıraktı. Gelişmenin yukarıda özetlediğimiz temel değerlerle uyum içinde ilerlediği ve önemli ölçüde o sayede mümkün olduğu sıklıkla varsayılır.

Ancak son yıllardaki tarih araştırmaları farklı yorumları da mümkün kıldı. Tarihçi Philip Hoffman “Avrupa Niçin Dünyayı Fethetti?” adlı eserinde (2015) farklı bir analiz sunar. “Sanayi Devrimi Avrupa’da başladı, böylece buhar makinesi ve makineli tüfek gibi aletleri üreterek askeri üstünlük sağladı” görüşünün tarihi gerçeklerle bağdaşmadığını vurgular.

Çünkü 1800 yılına gelindiğinde, en önde giden İngiltere’de bile Sanayi Devrimi’nin etkileri tam anlamıyla ortaya çıkmış değildi ama Avrupalı devletler dünyanın %35’ini fethetmeyi başarmış, meskun bütün kıtalarda sömürgeler kurmuş, okyanuslarda güneydoğu Asya’ya kadar uzanan deniz trafiğini kontrol altına almıştı.

Hoffman’a göre Avrupa’nın küresel hegemonya kurabilmesinin daha basit bir nedeni vardı. Orta Çağın son döneminden itibaren Avrupalılar askeri harcamalara sürekli büyük kaynaklar ayırdı ve adım adım çok güçlü askeri kapasitelere ulaştı. Bu kader tayin edici bir husus oldu, çünkü 1500’lerden itibaren kimin sömürge imparatorlukları kuracağını, kimin köle ticaretini yöneteceğini, kimin uluslararası ticaret gelirlerine el koyacağını ve nihayet kimin daha önce sanayileşeceğini belirledi.

Askeri gücü artırmak için yüzyıllar boyunca aralıksız süregelen bu hummalı faaliyetin nedeni, Avrupa’nın siyasi tarihinde yatar. Roma İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra Avrupa kıtasına hükmedecek başka bir imparatorluk gelmedi ve çok sayıda irili ufaklı siyasi yapılar arasında acımasız rekabet yaşandı.

Zamanın ünlü politikacısı ve siyaset filozofu Machiavelli’nin vurguladığı gibi, hükümdarın “savaştan başka hiçbir hedefi, düşüncesi ve uğraşısı olmamalı” idi. Nitekim başlıca Avrupalı güçler için 1550-1750 arasındaki 200 yıllık geniş dilimde, zamanın yaklaşık %60’ı savaşlarla dolu geçti.

Bir başka tarihçi Jerrold Seigel’in “Dünyanın Yeniden Oluşturulması” başlıklı yeni çalışması (2024) genel anlamda Hoffman’ın bakış açısını paylaşırken, çarpıcı analizler sunar.

Seigel’e göre Avrupa, küresel liderliğini ve hegemonyasını mümkün kılan iki ayırt edici niteliğe sahipti. Birincisi, Hoffman’ın da işaret ettiği gibi, Roma’nın çöküşünden sonra ortaya çıkan parçalı ve bölünmüş politik yapı ve kıtayı kontrol edebilecek etkili bir merkezi otoritenin olmamasıydı. Çok merkezli bu yapı Avrupa’ya dünyanın başka yörelerinde görülmeyen askeri yetenek, eşsiz bir dinamizm ve kendini sürekli yenileme gücü kazandırdı. 1800’lerde modern sanayinin gelişmesi de kuvvetli bir kaldıraç etkisi yarattı.

İkinci ayırt edici niteliği, özerkliğe sahip değişik faaliyet alanlarının olmasıydı. Böylece din, bilim, ekonomi, entelektüel faaliyet, estetik ve sanat gibi alanlarda çalışan gruplar kararlarını, devletin veya yüksek bir otoritenin tercihlerine göre değil, genellikle kendi hedeflerine göre kendileri vererek faaliyette bulunabiliyordu.

Seigel: “Avrupa’nın farklılığını anlamak için yapılan pek çok teşebbüsün tersine, bu kitap bir dizi değere atıfta bulunmuyor. Hıristiyanlık, laiklik, rasyonalizm, Aydınlanma, bireycilik ve demokrasi gibi ideallerin (Avrupa’yı dünya liderliğine taşıyan gelişmedeki) nedensellik önemini savunmuyorum. Kuşkusuz o değerlerin hepsi Avrupa hayatında önemli yere sahipti… ama bu, üniter merkezi otorite kurma girişimlerinin, rekabet içinde yarışan değişik iddia sahipleri ve ajanlar tarafından alt edildiği bir ortamda gerçekleşti. Eğer o girişimlerden biri, Konfüçyüs veya İslami ilkelerinin kendi alanlarında kurduğu hakimiyet derecesini -kısmen bile olsa- başarabilseydi, Avrupa’nın gelişmesi bildiğimiz gibi olamazdı”.

Burada Seigel’in çalışmasından beş yıl önce yayınlanan sosyal bilimci Ahmet Kuru’nun “İslam, Otoriter Rejim ve Azgelişmişlik” kitabına işaret edebiliriz. Kuru, 12. yüzyıla kadar İslam ülkelerinin Batı’dan ilerde olduğu dönemde devlet, din adamları (ulema), entelektüeller ve tüccarların özerklik içinde bir arada yaşadığını vurgular. Daha sonra ulema adım adım devlet karşısında özerkliğini yitirdi veya “devlet-ulema ittifakı” kuruldu, o ittifakla beraber iktisadi ve entelektüel faaliyet grupları da serbestiyet ve yaratıcılığını kaybetti. Bu gelişme İslam dünyasının yarışta geri kalmasında belirleyici oldu.

(Kuru’nun kitabı bugüne kadar 10’dan fazla dile çevrildi, ama Türkçesi çıkmadı.)

Roma’dan sonra Avrupa’daki çok parçalı ve çok merkezli siyasi yapı, başka araştırmacıların da üzerinde durduğu bir konudur. Mesela Roma tarihçisi Walter Scheidel “Roma’dan Kaçış” eserinde (2019), genellikle büyük bir felaket olarak görülen Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün hayırlara vesile olduğunu, Avrupa’nın yükselişinin yolunu döşediğini veciz sözcüklerle vurgular: “Çok merkezlilik olmadan modernleşme olmaz”.

Avrupa’nın küresel üstünlüğü muhtemelen bir dizi koşulun bir araya gelmesinin sonucuydu. Yukarıda özetlediğimiz değişik analizlerin eleştirel değerlendirmesi konumuz değil. Ama Avrupa’nın 400 yıldır süregelen küresel hegemonyasına yol veren süreçleri inceleyen yaklaşımlar, dış siyasetini değerlendirirken ufuk açıcı olabilir.

*     *     *

Tarihi olgular yüzyıllar boyunca Batılı devletlerin dış dünyayla ilişkilerinin çıkar, güvenlik ve gücünü artırma gayreti (güç politikası) üzerine kurulduğunu gösterir. Temel değerlerin, 2. Dünya Savaşı’na kadar Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki ilişkilerde bile kayda değer yeri olmadı.

Amerika kıtasının keşfinden sonra sömürgelerinden elde ettiği büyük gelirlerin katkısıyla İspanya İmparatorluğu, 1500’lerde dünyanın en büyük gücü oldu. Yeni Dünya’daki Aztek ve İnka dahil yerli halklar tamamen veya kısmen imha edildi. İspanyollar sayıca daha azdı ama zırh, tüfek ve topları vardı.

Ortaya çıkan işgücü açığının telafisi için Afrika’dan Amerikalara köle taşınması başladı (Atlantik Ticareti). İlk Portekizlilerin el attığı ve 350 yıl süren bu kârlı ticarete daha sonra diğer Avrupa ülkeleri da katıldı ve öncülük İngiliz şirketlerin eline geçti. Afrika’nın uzun dönemli gelişmesi açısından Atlantik Ticareti felaket sonuçlar doğurdu.

Bu perspektiften bakınca, Barbaros Kardeşlerin ve Osmanlı’nın Cezayir’i İspanyol İmparatorluğu’nun eline düşmekten kurtarması ve Avrupa sömürgeciliğinin Mağrip’e girişini 1800’lerin ortalarına kadar geciktirmesinin değeri daha iyi anlaşılır.

1600’lerde Avrupa’nın yükselen gücü Fransa idi, ama İngiltere yakaladı ve geçti. İki ülke arasındaki sömürge paylaşımı ve dünya hakimiyeti kavgası 1600’ler ve 1700’ler boyunca neredeyse aralıksız devam etti. 1700’li yıların yarısı İngiltere-Fransa savaşlarıyla geçti.  

Trafalgar Deniz Savaşı (1805) ve Waterloo (1815) hezimeti sonunda küresel hakimiyet mücadelesini Britanya’nın kazandığı beli oldu. Üzerinde güneş batmayan İmparatorluk altın çağını, sömürgelerini genişleterek 1914’e kadar sürdürdü.

Yenik düşen Fransa İmparatorluğu, iki yüzyıldır topladığı sömürgelerin neredeyse hepsini kaybetti. Ardından Afrika ve güneydoğu Asya’da (Hindi Çini) yeni fetihlerle sömürge avcılığı oyununa geri döndü, İkinci Fransız Sömürge İmparatorluğu olarak da bilinen yapıyı kurdu. 1830 Cezayir işgali yeni İmparatorluk yolunda ilk hamleydi.

Fransa’nın Kuzey Afrika’daki Osmanlı arazilerinin en değerlisi Mısır yerine Cezayir’e yönelmesinin basit bir nedeni vardı. İngiltere’nin asla izin vermeyeceğini biliyordu. Tersine, Fransa Avrupa’daki hesaplaşmayı kazansaydı, 1882’de Mısır’ı işgal eden İngilizlerin yerini alacağı muhakkaktı.

  1. yüzyılda demokrasiyi savunan görüşleriyle ünlü Fransız düşünürü Tocqueville, Cezayir’de yapılan gaddarlıkları destekliyor, Fransız ordusunun katliamlarına “talihsiz ama zorunlu” olaylar diye bakıyordu. Bu tavır Fransız aydınlarına özgü değildir. Avrupalı aydınların büyük çoğunluğu sömürgeciliği destekledi.

O yıllarda demokrasi ve özgürlükleri savunan ünlü isimlerden bir diğeri, liberalizm ve birey özgürlüğü gibi konularda derin izler bırakan İngiliz düşünür John Stuart Mill’dir. Belki hayranlarını mahcup edecek şekilde Mill, açıkça “barbarlar” diye nitelendirdiği sömürge halkları ile Avrupalılar arasında ayırım yapıyordu ve Hindistan, Çin ve Osmanlı topraklarının özgürlük ilkesine uygun olmadığını söylüyordu.

Birinci Dünya Savaşı arifesinde Britanya Sömürge İmparatorluğu 34 milyon km2 (yeryüzünün dörtte biri) büyüklüğe ulaştı. İkinci sıradaki Fransa 10 milyon km2 araziyi kontrol ediyordu. Tabii Portekiz, Hollanda, Belçika, Almanya, İtalya, Rusya gibi diğer Avrupalı güçlerin hemen hepsi, daha küçük hisselere sahip olsalar da, sömürgecilik kavgasının diğer hırslı oyuncularıydı.

  1. yüzyılın ikinci yarısında Almanya’nın ve İtalya’nın siyasi birliklerini kurması kavgaya farklı bir yön verdi. Alman kapitalizmi 1870-1910 arasında baş döndürücü bir tırmanış içine girdi, toplam demiryolu uzunluğu üç kat, kömür üretimi yedi kat, demir çelik üretimi on kat arttı.

Alman ekonomisi İngiltere’yi yakalamış, belki de geçmişti. O güne dek sömürgecilik rekabetinde mütevazi paylar alabilen Almanya’nın daha yüksek talepleri olacağı belliydi. İçinde bulunduğumuz dönemde Amerika’da dillendirilen “Çin tehdidi” söylemlerini hatırlatır şekilde, İngiltere’de artık “Alman tehdidi” konuşuluyordu.

Avrupalı çevreler gibi Osmanlı seçkinleri de Avrupa’da büyük bir fırtınanın yaklaştığını görüyordu. Hem Sultan Abdulhamit’in hem onu deviren İttihatçılar’ın birinci tercihi İngiltere’yle ittifak yapmaktı. İttihatçılar araya Fransa’yı da koydu ama her defasında İngilizlerden kibarca olumsuz dönüşler geldi.

İngilizlerin aşikar hedefi, Osmanlı topraklarının Britanya çıkarlarına göre ve kendi denetimleri altında dağılmasını sağlamaktı. Paylaşmak istediği mülkün sahibiyle ittifak yapması elbet mantıklı değildi.

Birinci Dünya Savaşı’na dek Avrupalı ülkeler iç rejimlerini belli değerler üzerinde inşa etmeye çalışırken, dış ilişkilerde gözetilen ilkeler hep farklı oldu. Sadece başka kıtalarda değil, Avrupalı komşu devletler arasında dahi değer temelli bir siyaset yürütülmedi. Esasen o dönemde kendilerinin de böyle bir iddiası yoktu.

Dönemin en geçerli dış politika teorisi “çıkarların uyumu” anlayışına göre, her biri kendi çıkarını maksimize etmek için hareket eden devletlerin eylemleri, kendi iradi hedeflerinden bağımsız olarak, sonuçta herkes için “en hayırlı” sonucu yaratmış olacaktı. Yani sömürge halkları korkunç ve kanlı bedeller ödüyordu ama, yaşananlar aslında onların da çıkarına idi.

Bu teorinin ilham kaynağı belli ki, liberal piyasa ekonomisinin önde gelen kuramcısı Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” (1776) kitabında ortaya attığı ünlü “görünmez el” kavramıydı. Smith’e göre liberal piyasa ekonomisinde görünmez bir el, her biri kendi ekonomik çıkarı peşinde koşan bireylerin faaliyetlerinin toplum için en hayırlı sonuçlar doğurmasını sağlıyordu.

Smith’in görünmez el kavramı, başta 19. yüzyılda adım adım güçlenen işçi sınıfı hareketi olmak üzere değişik kesimler tarafından çok eleştirildi. Ama o eleştirilerin ötesinde, ekonominin işleyişi açısından tartışmaya açık olması gereken bir kavramsallaştırmayı, devletler arası ilişkilerde güçlünün zayıfa tahakküm etmesini haklı çıkarmak için kullanmanın akıl ve ahlak açısından abes olduğu açıktır.

Güney Afrika’daki altın yataklarından büyük servet edinen ünlü İngiliz politikacı ve işadamı Cecil Rhodes, o teoriye dayanarak ve ırkçılığa kaymak pahasına sömürgeciliği savunuyordu: “İddia ediyorum ki dünyadaki birinci ırk biziz ve dünyanın ne kadar çok yerine yerleşirsek insan ırkı için o kadar hayırlı olur”.

Ancak İngiltere’yle sert rekabet içindeki kıta Avrupa’sında yorumlar biraz farklıydı: “İngilizce konuşan ülkeler, bencil milli çıkarlarını herkesin iyiliği bahanesi içinde gizleme sanatında ustadır”.

Uluslarasın İlişkiler okullarda ayrı bir bilim dalı olarak 1. Dünya Savaşı sonrasında okutulmaya başladı. Edward Carr’ın 2. Dünya Savaşı arifesinde yayınlanan Yirmi Yıl Krizi (1919-1939) kitabı “uluslararası ilişkilerin klasik kurucu metinlerinden biri” kabul edilir. O çalışmada Carr, çıkarların uyumu teorisinin “çöküşünü” ilan eder.

Batılı aydınlar arasında sömürgeciliğe övgü, Tocqueville ve Mill örneklerinde gördüğümüz gibi eski yüzyıllarda kalmış bir zihniyet değildir. Bugün 21. yüzyılda bile o eğilim güçlüdür ve hatta son zamanlarda dikkat çekici bir yükseliş içindedir.

Özetle, 2. Dünya Savaşı öncesinde Batı’nın dış ilişkilerinde temel değerlerin kayda değer bir ağırlık taşıdığını gösteren olgular mevcut değildir.

Peki, ya 2. Dünya Savaşı sonrasında? Onu da pazar günü ele alacağız.

…..

(*)- Bu yazı, yakında piyasaya çıkması planlanan “Cezayir’in Kısa Tarihi- Barbaros’tan Cihatçılara” başlıklı kitaptaki bir alt bölümünün kısaltılmış şeklidir. Orijinal metindeki referanslara burada yer verilmedi. 

">

“Bu esere verdiğim isim pek de gerçeğe uymamaktadır. Zira Avrupa’nın Türkiye’ye karşı takip ettiği siyasette ahlak mefhumuna (kavramına) asla yer verilmemiştir. Batı, hakkını daima kuvvetten almış, tek gayesi de başarıya ulaşmak olmuştur… Müsamaha (hoşgörü), Avrupa’da ne dini sahada ne politika alanında ve bilhassa ne de müstemleke (sömürge) siyasetinde hiçbir zaman milli bir fazilet olarak tecelli etmiştir (kendini göstermiştir).”

Batı’nın Doğu Politikasının Ahlaken İflası, Ahmed Rıza Bey, II. Meşrutiyet (1908) dönemi Meclis-i Mebusan Başkanı

Foto: Cezayir Kurtuluş Savaşı sırasında yaygın işkence yapan birliklerin komutanı General Aussaresses (Ossares), emekli olduktan sonra, Fransa’nın çıkarları için işkence yaptıklarını ve bunun gerekli olduğunu açıkladı.

05.11.2025

Evrensel özgürlük, eşitlik, kardeşlik bayrağını açan 1789 Fransız Devrimi’nden kısa bir süre sonra Fransa 1830’da Cezayir’i işgal etti.

Fransız işgaline karşı ilk direnişi örgütleyen ve ‘uygar’ Avrupa’nın ikinci en güçlü ordusuna karşı 15 yıl çıplak elleriyle direnen mücahitlerin lideri Emir Abdülkadir, yüzleşmek zorunda kaldıkları barbarlığı anlamakta zorlanıyor ve şok içinde soruyordu: “Kendisini güçlü ve barışçı bir ülke kabul eden Fransa’yı harekete geçiren bu açgözlülük nedir? Niçin bize karşı savaş yapıyorlar? Yeteri kadar toprakları yok mu?”

Bir an için Emir Abdülkadir’in haykırışı üzerinde duralım ve anlamaya, bazı yanıtlar bulmaya çalışalım.

Hukukun üstünlüğü, insan hak ve özgürlükleri gibi temel değerler Avrupa düşünce hayatının ve aydınlanma sürecinin ürünleri olarak çağdaş içeriklerine kavuştu. Artık evrensel ve tüm insanlık için geçerli o değerlerin gerçekleşmesi açısından Batı ülkeleri bugün, işleyişleri elbet kusursuz değil ama, dünyanın en başarılı örnekleri arasında yer alıyor.

Emir Abdülkadir’i şok eden tutum Fransa’ya özgü değildi. Fransa “açgözlü” bir şekilde saldırıyordu, çünkü Batı’nın kendi ülkelerinde içselleştirmeye çalıştığı temel değerler ile dış siyasetlerini şekillendiren dürtüler her zaman farklı oldu. 1600’lerden itibaren küresel üstünlüğü ele geçiren Batılı ülkelerinin dış siyasetinde o değerler, bugün dahil hiçbir zaman belirleyici, hatta ağırlıklı bir yere sahip olmadı.

Burada Batı dediğimiz, 20. yüzyıldaki iki büyük dünya savaşına kadar Avrupa’dır veya daha net olarak ifade etmek gerekirse, batı ve merkezi Avrupa’dır.

İki büyük savaş öncesindeki yüzyıllar boyunca Avrupalı devletlerin dış dünya ile ilişkilerinin önemli bir parçasını sömürgecilik oluşturdu. Diğer büyük parçası, kendi aralarında yaptıkları yoğun savaşlardı. İki alanda da temel değerlerin kayda değer bir ağırlığı yoktu.

  1. Dünya Savaşı’yla beraber Amerika dünya sahnesine çıktı ve Batı’nın liderliğini üstlendi, temel değerler Amerika’nın dış politika söyleminde yer almaya başladı. Ama uygulama o söylemle zıtlık içindeydi.

Ayrıntılı bir incelemeye geçmeden önce iki konuyu ele almak faydalı olabilir. Sırasıyla, temel değerlerin gelişmesi ve Batı’nın küresel hegemonyasını mümkün kılan tarihsel süreçler. 

*     *     *

1600 ve 1700’lerde adım adım gelişen Aydınlanma felsefesinin esası, büyük düşünür Immanuel Kant’ın (1724-1804) vurguladığı gibi, insan aklının her türlü dogma ve önyargıdan kurtularak özgürlüğünü elde etmesi ve sınırsız potansiyeline kavuşması arayışıdır.

İnsanlar çok eskilerden beri, hükümdarın istediği her şeyi kapsayacak kadar genişleyen yasaların, zulümden kurtulmaya yetmediğini görüyor ve yürürlükteki yasaların (pozitif hukuk) üstünde genel geçerliliği olan başka yasalar arıyordu. Bu arayış doğal hukuk düşüncesini oluşturdu.

Aydınlanma döneminde pek çok Avrupalı düşünürün katkısıyla, doğal hukuk düşüncesi evrim geçirdi ve toplumsal sözleşme anlayışı üzerine oturdu. O yoruma göre insanlar devlet ortaya çıkmadan önce “doğa durumunda” yaşıyordu; herkes kendisinin efendisiydi, iyi ve kötü anlayışına göre kendi yasalarını belirliyor ve başkalarına uygulamaya çalışıyordu.

Söz konusu kargaşa durumundan kurtulmak için insanların kabul ettiği varsayılan bir toplumsal sözleşmeyle devlet kuruldu ve yürütme, yasama, yargı dahil bazı haklar devlete (siyasal toplum) devredildi, böylece sivil ve siyasal toplum ayrımı ortaya çıktı. Ama insanlar yaşamak ve hür olmak gibi temel haklarını devretmedi, onlardan vazgeçmedi. Esasen amaç o hakların daha iyi korunmasıydı.

Toplumsal sözleşme anlayışı, yaşanmış somut tarihi süreçleri anlatan bir özet değil, devlet ve hukuk ilişkisini, hukukun üstünlüğünü kavramsallaştırma amacıyla geliştirilmiş soyut ve felsefi bir modeldir.

Bu düşünce evrimi sonunda Avrupa’da adım adım vazgeçilmez temel hak ve özgürlükler ve hukuk devleti anlayışı gelişti. 19. yüzyılda sanayileşmeyle beraber işçi sınıfının büyümesi ve verilen mücadeleler sonunda, genel oy hakkı yaygınlık kazandı, demokrasi ve eşitlik talepleri güçlendi.

Amerika’nın bağımsızlık mücadelesinde ön planda yer alan liderler entelektüel yönü güçlü siyasetçilerdi ve Avrupalı Aydınlanma düşünürlerinin büyük etkisi altındaydılar.

Amerika’nın kurucu babaları diye bilinen o liderler, 1787’de ülkenin ilk anayasasını kaleme alırken demokrasinin başarısı açısından kritik önem taşıyan kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulamada geçerlilik kazanabileceği bir devlet yapısı kurdu. Yürütme, yasama ve yargı erklerinin olabildiğince birbirinden bağımsız işlediği bir sistem oluştu. Böylece çağdaş demokrasinin gelişimine tarihi bir katkı yaptılar.

*     *     *

Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfettiği günlerde Avrupa dünyanın en gelişmiş bölgesi değildi, hatta doğudaki pek çok ülkeye kıyasla iktisaden geri kalmıştı. Aradan dört yüzyıl geçtikten sonra 1900’lerin başında Batılı ülkeler, Amerika ve Afrika kıtalarının tamamını, Asya’nın büyük kısmını yani neredeyse bütün dünyayı kontrol ediyordu.

Modern tarihin en çetin sorularından biri şudur: Bu nasıl mümkün oldu? 1600’lerde Batı’nın küresel liderliği ele geçirmesi ve hegemonyası hangi dinamikler sonunda gerçekleşti?

Batı’nın üstünlüğüne giden tarihi süreçler çok yaklaşık olarak ve en genel hatlarıyla aşağıdaki gibi özetlenebilir.

1400’ler: İtalya merkezli Rönesans, antik Yunan ve Roma kültürünün yeniden keşfedilmesi, sekülerizme giden sürecin ilerlemeye başlaması.

1500’ler: Almanya merkezli dinde reform hareketi (Reformasyon).

1600’ler: Kopernik ve Newton’un evrenin ve doğanın sırlarını çözmesiyle başlayan, sonraki yüzyıllarda devam edecek Bilimsel Devrimler.

1700’ler: Aydınlanma ve yüzyılın ikinci yarısında İngiltere merkezli Sanayi Devrimi’nin ilk aşamaları.

1800’ler: Sanayi Devrimi’nin hız kazanması ve yayılması. Siyasi reformlar, parlamenter sistem ve temsili demokrasinin yerleşmesi.

Yaygın yorumlara göre bu süreçler Avrupa’nın üstünlük kazanmasının altyapısını oluşturdu, Batı’nın ekonomik ve askeri gücü hızla büyüdü ve diğerlerini geride bıraktı. Gelişmenin yukarıda özetlediğimiz temel değerlerle uyum içinde ilerlediği ve önemli ölçüde o sayede mümkün olduğu sıklıkla varsayılır.

Ancak son yıllardaki tarih araştırmaları farklı yorumları da mümkün kıldı. Tarihçi Philip Hoffman “Avrupa Niçin Dünyayı Fethetti?” adlı eserinde (2015) farklı bir analiz sunar. “Sanayi Devrimi Avrupa’da başladı, böylece buhar makinesi ve makineli tüfek gibi aletleri üreterek askeri üstünlük sağladı” görüşünün tarihi gerçeklerle bağdaşmadığını vurgular.

Çünkü 1800 yılına gelindiğinde, en önde giden İngiltere’de bile Sanayi Devrimi’nin etkileri tam anlamıyla ortaya çıkmış değildi ama Avrupalı devletler dünyanın %35’ini fethetmeyi başarmış, meskun bütün kıtalarda sömürgeler kurmuş, okyanuslarda güneydoğu Asya’ya kadar uzanan deniz trafiğini kontrol altına almıştı.

Hoffman’a göre Avrupa’nın küresel hegemonya kurabilmesinin daha basit bir nedeni vardı. Orta Çağın son döneminden itibaren Avrupalılar askeri harcamalara sürekli büyük kaynaklar ayırdı ve adım adım çok güçlü askeri kapasitelere ulaştı. Bu kader tayin edici bir husus oldu, çünkü 1500’lerden itibaren kimin sömürge imparatorlukları kuracağını, kimin köle ticaretini yöneteceğini, kimin uluslararası ticaret gelirlerine el koyacağını ve nihayet kimin daha önce sanayileşeceğini belirledi.

Askeri gücü artırmak için yüzyıllar boyunca aralıksız süregelen bu hummalı faaliyetin nedeni, Avrupa’nın siyasi tarihinde yatar. Roma İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra Avrupa kıtasına hükmedecek başka bir imparatorluk gelmedi ve çok sayıda irili ufaklı siyasi yapılar arasında acımasız rekabet yaşandı.

Zamanın ünlü politikacısı ve siyaset filozofu Machiavelli’nin vurguladığı gibi, hükümdarın “savaştan başka hiçbir hedefi, düşüncesi ve uğraşısı olmamalı” idi. Nitekim başlıca Avrupalı güçler için 1550-1750 arasındaki 200 yıllık geniş dilimde, zamanın yaklaşık %60’ı savaşlarla dolu geçti.

Bir başka tarihçi Jerrold Seigel’in “Dünyanın Yeniden Oluşturulması” başlıklı yeni çalışması (2024) genel anlamda Hoffman’ın bakış açısını paylaşırken, çarpıcı analizler sunar.

Seigel’e göre Avrupa, küresel liderliğini ve hegemonyasını mümkün kılan iki ayırt edici niteliğe sahipti. Birincisi, Hoffman’ın da işaret ettiği gibi, Roma’nın çöküşünden sonra ortaya çıkan parçalı ve bölünmüş politik yapı ve kıtayı kontrol edebilecek etkili bir merkezi otoritenin olmamasıydı. Çok merkezli bu yapı Avrupa’ya dünyanın başka yörelerinde görülmeyen askeri yetenek, eşsiz bir dinamizm ve kendini sürekli yenileme gücü kazandırdı. 1800’lerde modern sanayinin gelişmesi de kuvvetli bir kaldıraç etkisi yarattı.

İkinci ayırt edici niteliği, özerkliğe sahip değişik faaliyet alanlarının olmasıydı. Böylece din, bilim, ekonomi, entelektüel faaliyet, estetik ve sanat gibi alanlarda çalışan gruplar kararlarını, devletin veya yüksek bir otoritenin tercihlerine göre değil, genellikle kendi hedeflerine göre kendileri vererek faaliyette bulunabiliyordu.

Seigel: “Avrupa’nın farklılığını anlamak için yapılan pek çok teşebbüsün tersine, bu kitap bir dizi değere atıfta bulunmuyor. Hıristiyanlık, laiklik, rasyonalizm, Aydınlanma, bireycilik ve demokrasi gibi ideallerin (Avrupa’yı dünya liderliğine taşıyan gelişmedeki) nedensellik önemini savunmuyorum. Kuşkusuz o değerlerin hepsi Avrupa hayatında önemli yere sahipti… ama bu, üniter merkezi otorite kurma girişimlerinin, rekabet içinde yarışan değişik iddia sahipleri ve ajanlar tarafından alt edildiği bir ortamda gerçekleşti. Eğer o girişimlerden biri, Konfüçyüs veya İslami ilkelerinin kendi alanlarında kurduğu hakimiyet derecesini -kısmen bile olsa- başarabilseydi, Avrupa’nın gelişmesi bildiğimiz gibi olamazdı”.

Burada Seigel’in çalışmasından beş yıl önce yayınlanan sosyal bilimci Ahmet Kuru’nun “İslam, Otoriter Rejim ve Azgelişmişlik” kitabına işaret edebiliriz. Kuru, 12. yüzyıla kadar İslam ülkelerinin Batı’dan ilerde olduğu dönemde devlet, din adamları (ulema), entelektüeller ve tüccarların özerklik içinde bir arada yaşadığını vurgular. Daha sonra ulema adım adım devlet karşısında özerkliğini yitirdi veya “devlet-ulema ittifakı” kuruldu, o ittifakla beraber iktisadi ve entelektüel faaliyet grupları da serbestiyet ve yaratıcılığını kaybetti. Bu gelişme İslam dünyasının yarışta geri kalmasında belirleyici oldu.

(Kuru’nun kitabı bugüne kadar 10’dan fazla dile çevrildi, ama Türkçesi çıkmadı.)

Roma’dan sonra Avrupa’daki çok parçalı ve çok merkezli siyasi yapı, başka araştırmacıların da üzerinde durduğu bir konudur. Mesela Roma tarihçisi Walter Scheidel “Roma’dan Kaçış” eserinde (2019), genellikle büyük bir felaket olarak görülen Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün hayırlara vesile olduğunu, Avrupa’nın yükselişinin yolunu döşediğini veciz sözcüklerle vurgular: “Çok merkezlilik olmadan modernleşme olmaz”.

Avrupa’nın küresel üstünlüğü muhtemelen bir dizi koşulun bir araya gelmesinin sonucuydu. Yukarıda özetlediğimiz değişik analizlerin eleştirel değerlendirmesi konumuz değil. Ama Avrupa’nın 400 yıldır süregelen küresel hegemonyasına yol veren süreçleri inceleyen yaklaşımlar, dış siyasetini değerlendirirken ufuk açıcı olabilir.

*     *     *

Tarihi olgular yüzyıllar boyunca Batılı devletlerin dış dünyayla ilişkilerinin çıkar, güvenlik ve gücünü artırma gayreti (güç politikası) üzerine kurulduğunu gösterir. Temel değerlerin, 2. Dünya Savaşı’na kadar Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki ilişkilerde bile kayda değer yeri olmadı.

Amerika kıtasının keşfinden sonra sömürgelerinden elde ettiği büyük gelirlerin katkısıyla İspanya İmparatorluğu, 1500’lerde dünyanın en büyük gücü oldu. Yeni Dünya’daki Aztek ve İnka dahil yerli halklar tamamen veya kısmen imha edildi. İspanyollar sayıca daha azdı ama zırh, tüfek ve topları vardı.

Ortaya çıkan işgücü açığının telafisi için Afrika’dan Amerikalara köle taşınması başladı (Atlantik Ticareti). İlk Portekizlilerin el attığı ve 350 yıl süren bu kârlı ticarete daha sonra diğer Avrupa ülkeleri da katıldı ve öncülük İngiliz şirketlerin eline geçti. Afrika’nın uzun dönemli gelişmesi açısından Atlantik Ticareti felaket sonuçlar doğurdu.

Bu perspektiften bakınca, Barbaros Kardeşlerin ve Osmanlı’nın Cezayir’i İspanyol İmparatorluğu’nun eline düşmekten kurtarması ve Avrupa sömürgeciliğinin Mağrip’e girişini 1800’lerin ortalarına kadar geciktirmesinin değeri daha iyi anlaşılır.

1600’lerde Avrupa’nın yükselen gücü Fransa idi, ama İngiltere yakaladı ve geçti. İki ülke arasındaki sömürge paylaşımı ve dünya hakimiyeti kavgası 1600’ler ve 1700’ler boyunca neredeyse aralıksız devam etti. 1700’li yıların yarısı İngiltere-Fransa savaşlarıyla geçti.  

Trafalgar Deniz Savaşı (1805) ve Waterloo (1815) hezimeti sonunda küresel hakimiyet mücadelesini Britanya’nın kazandığı beli oldu. Üzerinde güneş batmayan İmparatorluk altın çağını, sömürgelerini genişleterek 1914’e kadar sürdürdü.

Yenik düşen Fransa İmparatorluğu, iki yüzyıldır topladığı sömürgelerin neredeyse hepsini kaybetti. Ardından Afrika ve güneydoğu Asya’da (Hindi Çini) yeni fetihlerle sömürge avcılığı oyununa geri döndü, İkinci Fransız Sömürge İmparatorluğu olarak da bilinen yapıyı kurdu. 1830 Cezayir işgali yeni İmparatorluk yolunda ilk hamleydi.

Fransa’nın Kuzey Afrika’daki Osmanlı arazilerinin en değerlisi Mısır yerine Cezayir’e yönelmesinin basit bir nedeni vardı. İngiltere’nin asla izin vermeyeceğini biliyordu. Tersine, Fransa Avrupa’daki hesaplaşmayı kazansaydı, 1882’de Mısır’ı işgal eden İngilizlerin yerini alacağı muhakkaktı.

  1. yüzyılda demokrasiyi savunan görüşleriyle ünlü Fransız düşünürü Tocqueville, Cezayir’de yapılan gaddarlıkları destekliyor, Fransız ordusunun katliamlarına “talihsiz ama zorunlu” olaylar diye bakıyordu. Bu tavır Fransız aydınlarına özgü değildir. Avrupalı aydınların büyük çoğunluğu sömürgeciliği destekledi.

O yıllarda demokrasi ve özgürlükleri savunan ünlü isimlerden bir diğeri, liberalizm ve birey özgürlüğü gibi konularda derin izler bırakan İngiliz düşünür John Stuart Mill’dir. Belki hayranlarını mahcup edecek şekilde Mill, açıkça “barbarlar” diye nitelendirdiği sömürge halkları ile Avrupalılar arasında ayırım yapıyordu ve Hindistan, Çin ve Osmanlı topraklarının özgürlük ilkesine uygun olmadığını söylüyordu.

Birinci Dünya Savaşı arifesinde Britanya Sömürge İmparatorluğu 34 milyon km2 (yeryüzünün dörtte biri) büyüklüğe ulaştı. İkinci sıradaki Fransa 10 milyon km2 araziyi kontrol ediyordu. Tabii Portekiz, Hollanda, Belçika, Almanya, İtalya, Rusya gibi diğer Avrupalı güçlerin hemen hepsi, daha küçük hisselere sahip olsalar da, sömürgecilik kavgasının diğer hırslı oyuncularıydı.

  1. yüzyılın ikinci yarısında Almanya’nın ve İtalya’nın siyasi birliklerini kurması kavgaya farklı bir yön verdi. Alman kapitalizmi 1870-1910 arasında baş döndürücü bir tırmanış içine girdi, toplam demiryolu uzunluğu üç kat, kömür üretimi yedi kat, demir çelik üretimi on kat arttı.

Alman ekonomisi İngiltere’yi yakalamış, belki de geçmişti. O güne dek sömürgecilik rekabetinde mütevazi paylar alabilen Almanya’nın daha yüksek talepleri olacağı belliydi. İçinde bulunduğumuz dönemde Amerika’da dillendirilen “Çin tehdidi” söylemlerini hatırlatır şekilde, İngiltere’de artık “Alman tehdidi” konuşuluyordu.

Avrupalı çevreler gibi Osmanlı seçkinleri de Avrupa’da büyük bir fırtınanın yaklaştığını görüyordu. Hem Sultan Abdulhamit’in hem onu deviren İttihatçılar’ın birinci tercihi İngiltere’yle ittifak yapmaktı. İttihatçılar araya Fransa’yı da koydu ama her defasında İngilizlerden kibarca olumsuz dönüşler geldi.

İngilizlerin aşikar hedefi, Osmanlı topraklarının Britanya çıkarlarına göre ve kendi denetimleri altında dağılmasını sağlamaktı. Paylaşmak istediği mülkün sahibiyle ittifak yapması elbet mantıklı değildi.

Birinci Dünya Savaşı’na dek Avrupalı ülkeler iç rejimlerini belli değerler üzerinde inşa etmeye çalışırken, dış ilişkilerde gözetilen ilkeler hep farklı oldu. Sadece başka kıtalarda değil, Avrupalı komşu devletler arasında dahi değer temelli bir siyaset yürütülmedi. Esasen o dönemde kendilerinin de böyle bir iddiası yoktu.

Dönemin en geçerli dış politika teorisi “çıkarların uyumu” anlayışına göre, her biri kendi çıkarını maksimize etmek için hareket eden devletlerin eylemleri, kendi iradi hedeflerinden bağımsız olarak, sonuçta herkes için “en hayırlı” sonucu yaratmış olacaktı. Yani sömürge halkları korkunç ve kanlı bedeller ödüyordu ama, yaşananlar aslında onların da çıkarına idi.

Bu teorinin ilham kaynağı belli ki, liberal piyasa ekonomisinin önde gelen kuramcısı Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” (1776) kitabında ortaya attığı ünlü “görünmez el” kavramıydı. Smith’e göre liberal piyasa ekonomisinde görünmez bir el, her biri kendi ekonomik çıkarı peşinde koşan bireylerin faaliyetlerinin toplum için en hayırlı sonuçlar doğurmasını sağlıyordu.

Smith’in görünmez el kavramı, başta 19. yüzyılda adım adım güçlenen işçi sınıfı hareketi olmak üzere değişik kesimler tarafından çok eleştirildi. Ama o eleştirilerin ötesinde, ekonominin işleyişi açısından tartışmaya açık olması gereken bir kavramsallaştırmayı, devletler arası ilişkilerde güçlünün zayıfa tahakküm etmesini haklı çıkarmak için kullanmanın akıl ve ahlak açısından abes olduğu açıktır.

Güney Afrika’daki altın yataklarından büyük servet edinen ünlü İngiliz politikacı ve işadamı Cecil Rhodes, o teoriye dayanarak ve ırkçılığa kaymak pahasına sömürgeciliği savunuyordu: “İddia ediyorum ki dünyadaki birinci ırk biziz ve dünyanın ne kadar çok yerine yerleşirsek insan ırkı için o kadar hayırlı olur”.

Ancak İngiltere’yle sert rekabet içindeki kıta Avrupa’sında yorumlar biraz farklıydı: “İngilizce konuşan ülkeler, bencil milli çıkarlarını herkesin iyiliği bahanesi içinde gizleme sanatında ustadır”.

Uluslarasın İlişkiler okullarda ayrı bir bilim dalı olarak 1. Dünya Savaşı sonrasında okutulmaya başladı. Edward Carr’ın 2. Dünya Savaşı arifesinde yayınlanan Yirmi Yıl Krizi (1919-1939) kitabı “uluslararası ilişkilerin klasik kurucu metinlerinden biri” kabul edilir. O çalışmada Carr, çıkarların uyumu teorisinin “çöküşünü” ilan eder.

Batılı aydınlar arasında sömürgeciliğe övgü, Tocqueville ve Mill örneklerinde gördüğümüz gibi eski yüzyıllarda kalmış bir zihniyet değildir. Bugün 21. yüzyılda bile o eğilim güçlüdür ve hatta son zamanlarda dikkat çekici bir yükseliş içindedir.

Özetle, 2. Dünya Savaşı öncesinde Batı’nın dış ilişkilerinde temel değerlerin kayda değer bir ağırlık taşıdığını gösteren olgular mevcut değildir.

Peki, ya 2. Dünya Savaşı sonrasında? Onu da pazar günü ele alacağız.

…..

(*)- Bu yazı, yakında piyasaya çıkması planlanan “Cezayir’in Kısa Tarihi- Barbaros’tan Cihatçılara” başlıklı kitaptaki bir alt bölümünün kısaltılmış şeklidir. Orijinal metindeki referanslara burada yer verilmedi. 

Tüm yazılarını göster