Atatürk'ün Anayasası

Güncelleme:

Haber3.com yazarı Haluk Özdalga yazdı: Atatürk'ün Anayasası

Bir ülkeyi veya toplumu tanımak ve anlamak için en iyi yol nedir? Tarih, tarih, tarih.

Kimi toplumsal bilimcilere göre bu gerçek, geçmişte yaşanan olayların ve kararların bugünü belirlemesi anlamında, “yol bağımlılığı” (path dependency) olarak da ifade edilir.

Diyebiliriz ki, bugünkü anayasal düzenimizle ilişkili problemleri daha etkili algılama ve tahlil edebilmenin yolu, o alandaki geçmiş tecrübelerimizi olabildiğince geniş bir perspektife oturtup tarihi birikimimizi bilmekten ve farkına varmaktan geçer. Tabii o açıdan, kuruluş rejiminin şekillendiği cumhuriyetin ilk yılları fevkalade kritik bir konuma sahiptir.

Araştırmacı ve gazeteci Taha Akyol’un geçen ay çıkan son kitabı, Cumhuriyetin ilk anayasasını kabul edilişinin 100. yılında mercek altına alarak bakış açımızı genişleten ve zenginleştiren katkılar sağlıyor. “Atatürk’ün Anayasası 2024”, ilk anayasanın yapımı sırasında dönemin siyasi aktörlerinin yaklaşımları ile aydınların medyadaki tartışmalarını derinlikli şekilde özetliyor, ufuk açıcı yorumlar getiriyor[1]:

“Türkiye, Meşrutiyet dönemini dikkate almasak bile, en az 100 yıllık bir anayasa tecrübesine sahip, ama bu tecrübelerden dersler çıkarılarak uzlaşmayla bir anayasa yapılamadı. Buna anayasal istikrarsızlık diyoruz. 21. yüzyılda kutuplaşma daha da artmış, Türkiye’nin anayasal sorunları daha ağırlaşmış bulunuyor… Türkiye’nin anayasal istikrarsızlığının kuvvetler birliği ile kuvvetler ayrılığı arasındaki gelgitler ve siyasi güç karşısında hukukun zayıflığı halinde ortaya çıktığı görülüyor” (s. 9).

Osmanlı’da 19. yüzyıl boyunca yaşanan yaygın reform girişimleri, nihayet 1876’da Kanun-ı Esasi’nin, tarihimizdeki ilk anayasanın kabulü ile taçlandı. Kanun-ı Esasi’ye hayat veren arayış, padişahın mutlak yetkilerini sınırlamak, bağımsız yargıyı güçlendirmek ve kişi haklarını güvence altına almak yani kuvvetler ayrılığı istikametindeydi (tefrik-i kuva).

Ankara’daki milli güçlerin Ocak 1921’de kabul ettiği yeni ve kısa anayasanın (Teşkilat-ı Esasiye) temel hedefi, egemenliği İstanbul’dan alıp Ankara’ya getirmekti. 1921 metni, kuvvetler birliği anlayışı üzerine kuruldu (vahdet-i kuva).

Var veya yok olma mücadelesinin verildiği Kurtuluş Savaşı günlerinde kuvvetler birliğine dayalı bir iktidar elbet gerekliydi.

O kader belirleyici kısa dönemde Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz zaferle sonuçlandı, Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı, Temmuz 1923’de Lozan Anlaşması imzalanarak yeni Türk devleti uluslararası tanıma kazandı, Ekim 1923’de cumhuriyet ilan edildi.

Sıra 1924’de yeni Cumhuriyetin anayasasını yapmaya geldiğinde, kuvvetler birliği ile kuvvetler ayrılığı görüşlerini savunanlar arsında Meclis’te ve kamuoyunda yaşanan tartışmaları Akyol’un kitabında zevkle okuyoruz. Görüş ayrılıklarının yoğunlaştığı konu Cumhurbaşkanı Gazi Paşa’nın yetkileriydi.

Gazi istediklerinin hepsini elde edemedi. Haziran 1923 seçimlerinde milletvekili aday listelerini kendisi özenle belirlemişti; o milletvekilleri mesela Meclis’i fesih ve seçimleri yenileme yetkisini Gazi’ye vermedi. Ama sonuçta 1924 anayasası, Mustafa Kemal’in hayatı boyunca ateşli şekilde savunduğu yönde ve kuvvetler birliği temelinde kabul edildi. Atatürk’e göre “tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktu”.

İktidar partisinin Genel Başkanı Mustafa Kemal, aynı zamanda Cumhurbaşkanı, hükümetin başı, Meclis başkanı oldu. Yargı da onun emri altındaydı. Bütün iktidar erkleri tek kişide toplandı. Cumhuriyet inkılaplarının (dönüşümlerin) önceliği, hukukun üstünlüğüne galip gelmişti. 

Kuvvetler ayrılığına savunanlar, Gazi’nin Cumhurbaşkanlığına değil tüm yetkilerin tek kişide toplanmasına karşıydı. Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi Kurtuluş Savaşı’nın komutanları liderliğinde Kasım 2024’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu (İlerici Cumhuriyet Partisi).

Askeri darbelerden sonra hazırlanan 1961 ve 1982 anayasaları, özellikle yargıyı siyasi iktidarın kontrolü dışına çıkardığı için kuvvetler ayrılığı yönüne dönüş olarak görülebilir. Ancak her iki anayasa, hükümet (yürütme) üzerinde sivil ve askeri kurumların vesayetini getiren, yani demokrasiyle bağdaşmayan düzenlemeler içeriyordu. Ayrıca, geniş bir uzlaşma değil toplumun önemli bir bölümü dışlanarak hazırlandı.

Akyol çalışmasında “anayasa ve kanunları askıya alarak iktidarların kendilerini sınırsız yetkili sayması, ihtilalin hukukla sınırlanmamış gücüyle ülkeyi yönetmesi” olarak tanımladığı “ihtilal hukuku” kavramını da ele alıyor. Bu kavramı, İstiklal Mahkemeleri ve 1924 Anayasası bağlamında irdeliyor (s. 146-150).

Şubat 1925’te Şeyh Sait İsyanı başlayınca Takrir-i Sükun (Sükunetin Sağlanması) kanunu çıkarıldı ve İstiklal Mahkemeleri kuruldu. İsyana karışanlarla beraber Haziran 1926’da ortaya çıkarılan İzmir Suikastından sorumlu tutulanlar, kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası liderleri, eski İttihatçı kadrolar ve iktidarı eleştiren gazeteciler dahil muhalif görülenleri kapsayan yaygın tutuklamalar yapıldı. O mahkemelerde yargılandılar.

Cumhuriyet’in yeni Anayasasına göre mahkemelerin verdiği idam kararlarının infazı, ancak Meclis’in onayı ile mümkündü. Verilen 99 idam kararı, 1920 tarihli İstiklal Mahkemeleri Kanunu’na göre Meclis’e getirilmeden mahallinde infaz edildi (s. 143). Kanun Anayasa’dan üstün tutuldu.

Yeni Anayasa’da “tabii hakim ilkesi” vardı, “hiçbir kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir mahkemede” yargılanamazdı. İstiklal Mahkemeleri Anayasa’nın o hükmüne de aykırıydı. Mahkemelerde iktidar partisinin “bir dizi aşırı görüşe mensup” milletvekili, hakim olarak görev yaptı. Adalet Bakanlığı’nın kadrosunda bulunan hakimler değil (s. 143).

Anayasa’da savunma hakkı garanti altına alınmıştı. İstiklal Mahkemeleri’nde hiçbir zaman avukat olmadı, avukat tutma ve dosya inceleme hakkı tanınmadı. Mahkeme Başkanı ve Afyonkarahisar Milletvekili Kel Ali (Çetinkaya) Bey “İstiklal Mahkemeleri dava vekillerinin (avukatların) cambazlığına gelmez” diyordu (s. 147).

Milletvekilleri, dokunulmazlıkları kaldırılmadan tutuklandı ve yargılandı. Halbuki Anayasa’ya göre bu sadece “suçüstü” halinde mümkündü. Hiçbir milletvekili suçüstü halinde yakalanmış değildi. Bir ara Başvekil İsmet İnönü hakkında bile tutuklama kararı verildi! (s. 144).

İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun kanunu yayınlanmadan önce suç olmayan fiilleri suç sayarak cezalar verdi. Siyasi faaliyetlerin ve parti kurmanın serbest olduğu dönemde Cavit Bey’in evinde İttihatçılarla yaptığı toplantıları Mahkeme, “gizli kongre” ve darbe suçuna hazırlık fiilleri saydı, iki buçuk yıl sonraki suikast olayına bağlayarak idam cezası verdi! (s. 148).

Yargının en temel ilkelerinden biri “kesin delil” koşuludur. İstiklal Mahkemeleri “delil” değil “kanaat” sistemiyle çalıştı. İttihatçılar davasında Cavit Bey ve arkadaşları, Gazi’ye suikast ve hükümet darbesi suçlarını işlediklerine dair hiçbir delil bulunmadığını söylediğinde, Mahkeme Başkanı Kel Ali “İstiklal Mahkemesi şahsi kanaate göre hüküm verir” diye cevap verdi (s. 149).

Hukukun en temel ilkelerinden biri, suçların ancak kanunla belirlenmesidir. Yorum ve kanaatle suç ihdas edilemez. İstiklal Mahkemeleri, hakim olarak görev yapan Kırşehir milletvekili Lütfü Müfit (Özdeş) Bey’in vurguladığı gibi, bu ilkeye de uymadı: “Bizim milli gayemiz vardır, gayeye ulaşmak için ara sıra kanunun da üstüne çıkarız” (s. 149).

Akyol’un son kitabı kendimizi ve bugünü anlamak için gerçekten ufuk açıcı bir çalışma.

Yazarın geçen yıl Cumhuriyet’in 100. yılında yayınladığı “Neden 29 Ekim?” başlıklı kitabı aslında birbirini tamamlayan iki eser[2]. Cumhuriyetin kuruluş dönemini şekillendiren hukuk zihniyetini daha da iyi kavrayabilmek için, iki kitap beraber dikkate alınabilir. Hatta Akyol’un önceki yıllarda yayınladığı “Ama Hangi Atatürk” ve “Atatürk’ün İhtilal Hukuku” kitaplarını okumuş olanlar bu iki eseri de göz önünde bulundurursa, muhakkak ki daha zengin bir okuma tecrübesi mümkün olacaktır.

*     *    *

Bugün 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken yine, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında tüm iktidar yetkilerinin tek kişinin elinde toplandığı, yargının katı şekilde siyasete bağlandığı kuvvetler birliği düzenine geri döndük.

Şimdi yürütme yine yargıyı sert şekilde vesayet altında tutuyor. Siyasetin yargıyı kontrol ettiği ve dilediği gibi yönlendirdiği rejimin adı demokrasi değil, keyfi yönetimdir. Keyfi yönetim her zaman zulüm üretir.

İktidar şimdi yine kendi yaptığı Anayasa’yı dahi umursamıyor.

Ağır baskısı altındaki yargıdan da ona göre kararlar çıkıyor. Mahkemeler kritik kararlarda kendini Anayasa hükümleriyle bağlı saymıyor. AİHM ve AYM kararlarını uygulamıyor.

İktidar da onları ödüllendiriyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayan bir hukukçuyu Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olarak atadı.

İşte Gezi veya Kobani davaları.

Hukuk devletinin işlediği yerde 24 saat gözaltına alınmaması gereken insanlar, mesela Osman Kavala, yıllardır zindanda tutuluyor.

Selahattin Demirtaş, sadece yaptığı konuşmalar nedeniyle 42 yıl hapis cezası aldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı açık, o konuşmaların hepsi ifade özgürlüğü kapsamında ve hiçbiri suç delili oluşturmuyor.

42 yıl ceza herhalde “kesin delil” değil “kanaat” sistemiyle verildi.

AKP iktidarı yargıyı vesayet altında tutmayı o denli laubalilik ve vurdumduymazlık düzeyine taşıdı ki, iktidara göbekten bağlı bir gazetenin köşe yazarına göre Ankara’da, Osman Kavala serbest bırakılsın mı bırakılmasın mı diye üst düzey siyasi toplantılar düzenlenmiş!

Belli ki, AKP iktidarının da gayesi vardır ve gayeye ulaşmak için ara sıra kanunun üstüne çıkmaktadır.

İyi ki İstiklal Mahkemeleri dönemindeki gibi idam cezası yok diye düşünenler olabilir.

Ama siyaset içinde yer alan çeteler, Başkent Ankara’da örgütlü ve planlı şekilde güpegündüz siyasi cinayet işliyor. Ülkü Ocakları eski Başkanı Sinan Ateş’i katlettiler, ama yargı etkili bir soruşturma yapamıyor, yaptırılmıyor.

Cinayetin niçin işlendiği ayrıntılı şekilde medyada anlatılıyor. Ancak İddianame 16 ayda yazılabildi. Bilirkişi raporuna yer verilmemiş. Kilit tanıkların en kritik ifadeleri dışarda bırakılmış. Cinayetin amacı ve arkasındaki örgüt yeterince soruşturulmamış. Katili kaçıran otomobil biliniyor ama ne plakası ne aracın sahibinin kim olduğu veriliyor.

Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Sánchez Amor boş yere “işlevsiz bir yargı sistemi Türkiye’nin güvenilirliğinin altını oyuyor” demiyor.

Şimdi karşımızda gerçek bir beka sorunu var: AKP iktidarının ülkeyi getirdiği “hukuk yok-adalet yok” rejimi.

“Hukuk yok adalet yok” ifadesinin çok abartılı olduğunu düşünmeyin. Dünya Adalet Projesi Hukuk Devleti 2023 Endeksi’ne göre yürütmenin, yani siyasi iktidarın gücünün sınırlandırılması açısından (denge ve denetim), Türkiye 142 ülke arasında 136. sırada yer alıyor. Yani dünyada sondan altıncıyız!

Mesela Afrika ülkelerinin tamamı, Mısır hariç, bizden daha iyi durumda!

Türkiye bu şekilde devam edemez.

Yürütme-yasama-yargı erklerinin tamamen ayrıldığı iyi işleyen bir kuvvetler ayrılığı rejimine kısa vadede ulaşabilmemiz gerçekçi görünmüyor.

Ama yargı bağımsızlığını ne yapıp yapıp mutlaka ve hızla sağlamak zorundayız. Artık bu bir beka sorunu. Bunu başarabiliriz.

İkinci aşamada Meclis’i ve yasamayı güçlendirmek nispeten daha zor, karmaşık ve daha zaman alacak bir konu.

Yol bağımlılığından artık kurtulmak zorundayız ve bu mümkün.


[1] Taha Akyol, “Atatürk’ün Anayasası 1924”, 184 sayfa, Nisan 2024, Doğan Kitap.

[2] Bu kitabın bir tanıtımı için, “Neden 29 Ekim? veya Cumhuriyet’in başlangıç rejimi nasıl oluştu?” başlıklı yazımıza bakılabilir. Özgür Siyaset, 9 Kasım 2023.

 

Diğer Yazıları
‘Yeni NATO’ kendi varoluşsal krizini yenebilecek mi?
Amerikan siyasetinin yürekler acısı durumu
Evdeki algoritma