IŞİD’i ortaya çıkaran nedenler

Güncelleme:

Türkiye daha önce hiç görülmedik ölçüde bir terör ve savaş sarmalı içine düştü. Ülkenin bir bölümünde iç savaş sürüyor.

     İşin sonu nasıl bitecek kimse bilemiyor. Ön planda görünen iki örgüt var: PKK ve IŞİD.

     Arka planda ise iki büyük problem var: Kürt sorunu ve Suriye iç savaşı. Şimdi bu iki konu birbirinden ayrılmaz şekilde iç içe geçmiş durumda.

     Geçen hafta söz verdiğimiz gibi, bu yazıda IŞİD konusunu ele alacağız. IŞİD’le veya başka herhangi bir yapıyla başarılı bir mücadele yürütebilmek için, her şeyden önce, onu iyi tanımak şart.

     IŞİD nasıl ortaya çıktı?

      Söz konusu hareket DAİŞ veya kendisi için son belirlediği İD (İslam Devleti) gibi değişik adlarla da anılıyor. Biz, Türkiye’de en yaygın olarak bilinen IŞİD adını kullanacağız.

     Irak Şam İslam Devleti adının kısaltılmış şekli olan IŞİD 2013’te kuruldu. Ama sadece iki üç yıllık kısa tarihle sınırlı bir değerlendirme yüzeysel kalır.

     Zaten tek bir örgüt olarak IŞİD’in geleceği belirsizdir. Kendisine benzeyen diğer örgütleri anlaşma veya kuvvet yoluyla yutabilir ve büyüyebilir.

     Bunun tam tersi de olabilir. Uluslararası güçlerin askeri müdahalesiyle veya başka şekillerde yok olabilir.

     Ancak IŞİD, Cihatçı Selefi bir örgüttür. Kendi akıbeti ne olursa olsun, Cihatçı Selefi örgütler herhalde yakın bir gelecekte ortadan kalkmayacak, etkinlikleri kısa sürede son bulmayacak.

     Suriye-Irak arenasında etkili çok sayıda Cihatçı Selefi örgüt var. Bunların en büyükleri Irak El Kaidesi, Nusra Cephesi ve Ahrar uş-Şam.

      Bu örgütlerin çoğu, parçalanarak veya birleşerek birbiri içinden çıktı. İdeolojileri ve stratejik hedefleri neredeyse tamamen aynı. Ama taktik veya hizip temelinde ayrışıyorlar.

   Cihat ve Selefilik, İslam tarihi içinde çok yönlü anlamlar taşıyan iki önemli kavram. Bu örgütlerin kendilerini izah ederken kullandığı bu iki kavram, uluslararası söylemde de yerleşmiş görünüyor.

     Bundan rahatsızlık duyduğumu hemen ifade etmek isterim. Ama o konuya burada giremeyeceğiz.

     Cihatçı Selefiliğin iyi anlaşılması gerekiyor. Çünkü Ortadoğu’nun siyasi haritası yeniden şekillenirken Cihatçı Selefiler, bu sürecin en önemli aktörlerden biri.

     Cihatçı Selefilik, ideolojik yönü çok güçlü bir siyasi hareket. Ama olayı, içinde oluştuğu tarihi koşulları dikkate almadan ve sadece ideolojik planda inceleyerek tam olarak anlamak mümkün değil.

     Cihatçı Selefiliği ortaya çıkaran üç büyük neden var. Birincisi, Arap dünyasının toplumsal ve siyasal modernleşmede başarısızlığıdır, geri kalmışlığı.

     İkincisi, Batı’nın en az 150 yıldır Arap dünyasına sürekli müdahale etmesi ve tahakküm etmesi.

     Üçüncü büyük neden, Arap Yarımadası’nda ilk kez 19. yüzyılın başında etkili olarak ortaya çıkan Vehhabi hareketi. Bu hareketin özellikle 1970’lerden itibaren büyük güç kazanması.

     Görüldüğü gibi Cihatçı Selefilik veya IŞİD ve benzeri örgütler, esas itibarıyla Arap dünyası içinden ortaya çıkmıştır. Doğru tanımlamak gerekirse, Sünni Arap dünyasının içinden çıkmışlardır.

     Daha da hassas bir şekilde ifade etmek gerekirse, Sünni Arap dünyasında Hanbali-Vehhabi çizgisini benimsemiş kesimlerin içinden çıkmış bir olgu olduğu söylenebilir.  

     Geri kalmış Arap dünyası

     Arap ülkeleri 21. yüzyılın başında, modernleşmeye ayak uyduramamış olmanın ve geride kalmanın yarattığı bir kriz yaşıyor. Özgürlük eksikliği, temel hakların korumasız kalması, çağdaş hukuk devletini başaramamış olmaları, nüfusun yarısını oluşturan kadınların ezilmesi Arap toplumlarının en temel sorunları arasında.

     Mesela Arap dünyasında okur yazar oranı, daha az kişi başı gelire sahip ülkelerden dahi daha düşük.

     Meraklılar için, Arap dünyasının modernleşme süreçlerinde geride kalmasını kapsamlı bir şekilde inceleyen bir kaynağa işaret edelim: Arap İnsani Gelişme Raporları (5 cilt, 2002-2009, yaklaşık 1300 sayfa). Bu raporlar, Birleşmiş Milletler öncülüğünde ve Arap aydınları tarafından hazırlandı.

     Arap dünyası üzerinde Batı tahakkümü

     Atlas Okyanusu kıyısından Basra Körfezi’ne kadar uzanan Arap dünyasında, Batı’nın yoğun ve sürekli müdahalesinden kaçabilmiş hiç bir ülke yok. Bu müdahaleler savaş, işgal, hükümet darbesi gibi akla gelebilecek hemen her şekilde yapıldı.

     Mısır, Cezayir, Libya, Irak, Suriye, vs dahil bu müdahalelerin hikayesini burada tek tek ele almamız mümkün değil. Belki sadece Filistin’i hatırlayabiliriz.

     Filistin’de Arap toprağının gasp edilmesi, yoksul köylünün tarlasının zorla elinden alınması ve yuvasının başına yıkılması (sözün gerçek anlamıyla) bugün bile hâlâ devam ediyor. Batı’nın liderliği ve koruması altında süregelen Filistin acısı, konumuz açısından, Arap’ın böğrüne saplanmış ve ona sürekli olarak aşağılandığını hatırlatan bir hançer gibi görülebilir.

     Batı’nın yoğun, çarpık ve sürekli müdahalesi nedeniyle Arap dünyası, kendi iç dinamikleri ve olağan küresel etkileşim altında yaşayabileceği gelişmeyi yaşama şansına sahip olamadı.

     Cihatçı Selefiliğin ortaya çıkmasında, Batı’nın çarpık uygulamaları arasında özellikle son 30-40 yıl içindeki üç olay, doğrudan etki yaptı. Birincisi, Sovyetlerin 1979’da Afganistan’ı işgaline karşı Amerika’nın izlediği siyasettir.

     Amerika o savaşta, çoğu Arap Yarımadası’ndan gelen Selefi savaşçıları para, silah ve diğer her türlü lojistik yardımı vererek destekledi. Afgan cihadı adeta bir laboratuvar işlevi gördü ve Usame b. Ladin, o tecrübeye dayanarak El Kaide’yi kurdu.

     İkinci olarak, Amerika’nın 2003-2011 Irak işgali ve savaşıdır. O savaş, Cihatçı Selefilerin dua ederek beklediği büyük bir fırsat idi. Çünkü eğer Arap toprağını işgal ederse, dünyanın en büyük gücü Amerika’yı mağlup etmeyi, bölgeden kovmayı ve tutunabilecekleri bir toprak parçası kazanmayı umut ediyorlardı.

      Amerika’nın Irak çılgınlığı, bu umutların önemli ölçüde gerçekleşmesini sağladı. Irak savaşında yaklaşık bir milyon insanın ölmesi ve ülkenin büyük yıkıma uğraması Cihatçı Selefileri çok güçlendirdi.

     Üçüncüsü ise 2011’de başlayan Suriye iç savaşıdır. Amerika liderliğindeki Batı, Suriye direnişinin iç savaşa dönüşmesine açık destek verdi.

     Batının bu desteği, soğukkanlılıkla yürütülen bir güçler dengesi oyunu çerçevesinde yürütüldü. Ana strateji, taraflardan birinin kazanmasına yol açacak hamleden dikkatle kaçınılması idi.

     Türkiye’deki siyasi iktidar da, ne yazık ki bu oyunun bir parçası oldu. İzleyen kanlı iç savaş ve kargaşa ortamı Cihatçı Selefilere, bir kez daha elverişli bir ortam sağladı. IŞİD işte o ortamda doğdu.

    Vehhabiliğin yükselişi

             Vehhabilik, 18. yüzyılda Şeyh Muhammed b. Abdülvehhab öncülüğünde Arap Yarımadası’nda ortaya çıkan, aşırı ölçüde dar bir İslam yorumudur. Bölgedeki kabile reislerinden Muhammed b. Suud, Abdülvehhab’ın biat etmesi karşılığında, onun öğretisi olan Vehhabiliği kendi mücadelesine bayrak yapmayı kabul etti.

     Böylece kabileler arasında süregelen iktidar kavgasında, Suud’un mücadelesi çarpıcı bir meşruiyet kazanmış oldu. Vehhabilik ise, o güne kadar kabile düzeyinden daha yüksek siyasi teşkilatlanması olmayan bir toplumda, devlet oluşumunun siyasi ideolojisine dönüştü.

     Yoğun İngiliz himayesi altında Suudi devletinin 1932’de kurulmasından sonra, devletin sivil ve askeri teşkilatını Suudi hanedanı (Al Suud) kendi tekeline aldı. Sadece din işleri, Abdülvehhap ailesine (Al Şeyh) bırakıldı.

     Böylece, kendine özgü bir devlet-din işbirliği ortaya çıktı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Suudi devleti, bu kez Amerika’nın koruması altına girdi.

      Özellikle 1970’lerden itibaren petrol gelirlerinin artmasıyla, Vehhabi ideolojinin ihracı için büyük maddi kaynaklar tahsis edildi. Zaman içinde Selefilik, Vehhabi ideolojinin tekeli altına girdi ve Cihatçı Selefilik ortaya çıktı.

     Vehhabiliğe göre, Kur’an ve Sünnet’e akıl yoluyla yorum ve açıklama (tefsir ve tevil) yapmak gereksiz ve yanlıştır. Çünkü İslam’ın, uygarlığın ve zamanın değişen koşullarıyla bağdaşması gibi bir ihtiyacı yoktur.

     Dini metinler, sadece harfiyen ve lafzen okumaya tabi tutulmalı ve sadece lafzi anlamıyla anlaşılmalıdır. Daha sonradan getirilen her görüş ve yorum, temelsiz bir şekilde uydurulmuş yeniliktir (bidat).

     Bu yenilikler (bidat), din dışına çıkmaya ve küfre (kafirliğe) yol açar. Yoldan çıkmış ve sapkın (Rafızi) diye aşağılanan Şia, tüm tasavvuf okulları ve tabii kendi dar yorumu dışındaki bütün Sünni dünya, Vehhabi inancın tekfir ettiği (kafir ilan ettiği) unsurlar arasındadır.

     Vehhabilik, İslam’ın bin yılı aşkın süredir büyük gövdesini oluşturan inanç, itikat ve yorumları reddeder. On binlerce ciltlik eserler üretmiş İslam felsefesi, İslam tarihi, fıkıh ve kelam mektepleri bütün zenginliğiyle beraber toptan reddedilir.

     Vehhabilik, kendi gerçeğinin eleştirilmez, tartışılmaz, değişmez ve kesin hükümler olduğunu iddia eder. Vehhabiliğin en sonunda vardığı dipsiz çukur, tekfir ettiği kişiyi öldürmenin gerekli (vacip) olduğunu ilan etmesidir. Malına, çocuklarına ve kadınlarına el koyulmasının gerekli olduğunu ileri sürmesidir.

     Arap dünyasının modernleşmede geri kalması ve Batı’nın yoğun müdahalesi, terörü acımasızca kullanan Cihatçı Selefiliğin ortaya çıkışını açıklamak için yeterli değildir. Mesela Hindistan’da da benzer şartlar vardı. Ama Gandi liderliğindeki direniş, tamamen şiddet karşıtı ve barışçı ilkeler üzerine kuruluydu.

     Toplumlar ağır kriz ve zorluk döneminde, kendi kimliğini oluşturan bileşenlerin en derininde arayışlara yönelir. Orada bulabileceği ve sığınabileceği değerlerden biri dindir.

     Diğer taraftan iç savaş ve kargaşa ortamı daima en fanatiklerin ve en radikallerin önünü açar ve onların kazanmasını sağlar. Vehhabilik, Arap dünyasının yukarıda özetlediğimiz kriz ortamında, kendisine güçlenme imkânı sağlayan bütün bu özellikleri bünyesinde taşıyor.

     Konunun önemi

     Konunu önemi, kanlı bir terör örgütünün kontrol altına alınmasından ibaret değil. Cihatçı Selefilerin elde edeceği sonuçlar, bölgede yeni sınırların oluşumunu şekillendiren önemli bir unsur olacak.

     Ayrıca, Cihatçı Selefiliğin alacağı sonuçlar, 21. yüzyıl ve ötesinde İslam’ı da derinden etkileyecek.

     Küçük bir azınlığın uç hayallerinin önünün kesilmesi, sadece askeri yöntemler değil, İslam tarihi, İslam felsefesi ve fıkıh gibi alanlarda formel eğitim görmüş kişilerin öncü gayretlerini de gerektiriyor. Türkiye’nin elinde, bin yıllık bir geleneğin içinde yetişmiş güçlü bir birikim var.

     Artık bu birikimin seferber edilmesi gerekiyor.

     Tarih boyunca Müslüman kitlelerin çok büyük çoğunluğunun inandığı İslam’ı, küçük bir azınlık yeniden şekillendirmeyi başaracak mı? Konumuzun hayati yönü bu.

 

Diğer Yazıları
Tarih boyunca Zazalar
''Batı’nın yenilgisi''