Derin Ekolojinin Işığında Sürdürülebilir Kapitalizm

Güncelleme:

2002’den bu yana yazıyorum.

Virüslü günler sosyal medya faliyetlerimizi yoğunlaştırdı.

Bazen yazdıklarımı ben de unutuyorum.

Sürekli okuyanlar benle temas edip ‘Haklı çıktın’ diye iltifat ediyorlar.

Ara sıra öngörüler yanlış da olabiliyor. Her ikisi de kabulümdür.

Geçen gün değerli dostum Adil aradı; ‘Ağabey senin şu çevreyle ilgili yıllar önce yazdığın yazı neydi, bence bu günlere uydu, tekrar paylaşsan' dedi.

Yazıyı buldum. 2008 senesinde kaleme almışım.

Gayet iyi hatırlıyorum.

Pek ziyaretçisi olmayan kişisel web sitemde adeta patlama yapmıştı.

Trakya’da bir üniversiten binlerce ‘tıklama’ almıştı. 

Editörüm Hasan'a 'Biraz uzun bir yazı, ne dersin, paylaşalım mı?' diye sordum.


‘Ağabey doktora tezi gibi yazı’ diye cevap verdi. 

'Tez benzetmesi' 12 sene önceki analizimi bana daha cazip kıldı.

Malum, Türkiye’de son yıllarda ‘kes-yapıştır’  yöntemiyle çok fazla tez yazıldı.

Ülkede ünvan patlaması yaşanıyor desek yeridir. 

Ki bunun için özel araştırmaya gerek yok, ekranlardan taşan ‘doktorlar’ malum.

Sonuç olarak, uzun olmasına rağmen 2008’de kaleme aldığım analizimi, iznizizle yeniden paylaşıyorum.

Umarım, 'virüslü yaşam bizi nereye götürecek?' konusuna/sorusuna bir nebze olsun ışık tutar.

Derin Ekolojinin Işığında Sürdürülebilir Kapitalizm -1-

Kuzeyden Parlayan Yıldız : 1973 yılında Norveçli filozof Arne Naess çevre konusunda yeni bir paradigma öne sürdü. Naess’e göre çevre hareketinin iki farklı düzeyi bulunmaktaydı. Birincisi “ Sığ” ikincisi “ Derin”.

Sığ çevrecilik, doğal kaynakların tüketilmesinin sosyal refah üzerinde yarattığı sorunlarla ilgilenen, derin çevrecilik ise insanların doğal çevreleri ile ilişkilerinin felsefi temeline inen bir yaklaşım olarak ele alındı.

Eski Yunan’dan günümüze değin Batı felsefesi her bireyi birbirinden ayrı ve kendi doğal çevresinden kopuk bir konuma yerleştirilmiştir. Böyle bir konum insanın doğasına aykırıdır. Tüm insanlar aslında aynı sistemin entegre birer parçası ve sistem içinde dolaşan enerjinin tanecikleri olarak düşünülmeliydi. İnsanlar hayat dokusunun bir parçasıydı.

Sürdürülebilir ekoloji ve onun nihai hedefi olan sürdürülebilir ekonomi için insanların dünya görüşlerinin ( Hegel’in Weltanshauung kavramı )  tecrit edilmiş ekonomik bireyden toplumun ve doğanın entegre parçası olan varlığa dönüştürülmesi gerekmekteydi¹.

Derin Sürdürülebilirlik:  Küreselleşme akımı içinde bugün üzerinde yaşadığımız dünya aynı anda iki görevi birden yüklenmek zorunda bırakılmıştır. Birincisi çöp kutusu, ikincisi benzin deposu. Yeryüzünde kullanılan enerjinin yüzde sekseni fosil yakıtı dediğimiz petrol, kömür vs türü yakıtlardan sağlanır. Kullanılan enerjinin artıkları tekrar aynı yer yüzüne atılmaktadır. Bu üretim biçimi bütün ekonomik faliyetler için geçerli bir sistemdir. Bu sistemin yeniden değerlendirilmesi,  bu sistemin parçası olan insanların kendi aralarında ve doğayla olan ilişkilerinin yeniden sınamsı yapılmadan ”derin sürdürülebilirlik’ olası değildir.

Ekonomi Bilimi: Ekonomiyi kuran Adam Smith, Malthus, Ricardo, Marx, J. S. Mill gibi klasikler sadece ekonomist değil aynı zamanda köklü inançlara sahip birer filozoftular. Bu düşünürler için insanların sosyal bağlantıları ve de özellikle sosyal eşitlik ve sosyal adalet sorunları hayati konulardı. 

Klasik ekonomistler için ekonomi toplumun ve insanların kendi aralarındaki ilişkilerin bilimiydi. Yukarıda adı geçen düşünürler servet dağılımı, çalışan insanların sosyal refahı, fakirlerin ve ezilenlerin sosyal durumları için yeterince gazyağı yakmış insanlardı.Klasik ekonomistlere göre güçlü bir topluma ulaşmak için maddi tatminin maksimize edilmesi yeterli değildi.

19. yüzyıla gelindiğinde, neo-klasik ekonomistler (Walras, Ricardo, Marshall, Edgewoth, Fisher) klasiklerin görüşlerini mekanik bir düşünce sistemine indirgediler. Aslında niyetleri kötü değildi. Çağın ilerlemelerini ekonomi bilimine uyguladılar. Ekonomi bilimini ölçülebilir, ispat edilebilir bir pozitif bilim haline getirmeye çalıştılar. Klasiklerin sosyal bilim olarak başlattığı iktisat, neo-klasiklerin elinde bir matematik ve istatistik bilimine dönüştü. 

Neo-klasiklerin iktisat bilimini diğer bilim dallarıyla aynı seviyede tutma uğraşları iktisat bilimini mekanik bir sisteme dönüştürürken iktisat ruhsuzlaştı. Elegant matematiksel ve ekonometrik modeller iktisat biliminin vitrini oldu. Yüz yıllık entellektüel uğraş içinde neo-klasiklerin gözünden kaçan önemli gerçek ise, yaşayan sistemlerin, iktisat modellerinin aksine dinamik, holistik ², özgün ve evrimsel olmasıydı. 

Canlı ve yaşayan sistemler kurulmazlar. Onlar kendilerini yaratır ve DNA’larına göre evrim yoluyla değişime uğrarlar. Modern iktisat artık yaşayan sosyal sistem bilimi değil,cansız, mekanik bir bilime dönüşmüştü. Ne yazık ki entellektüel birikimin doruğuna ulaşmış birçok neo-klasik iktisatçı istemeden bu değişime aracı olmuştu. 

Çağdaş ekonomi indirgeme yoluyla sistemi parçalara bölüp, analiz yoluyla genel dengeye ulaşmaya çalışırken unutulan, canlı sistemlerin holistik doğasından dolayı indirgemeye uymaması ve hayatta kalma özelliğinin genellemeye gelmediğidir. 

Tüm Ekonomilerin Anası : Derin Ekoloji 

Neo-klasikler kompleks ekonomik sistemi basitleştirilmiş birkaç ekonomik ilişki ve denkleme indirgeyerek, ekonomik sistemlerin idare edilebilirliği gibi bir ilüzyon yarattılar. Ekonominin birimlerinin (tüketici, üretici, kamu ve dış dünya) üstüste eklenmesiyle makro ekonomiye giden yol, sevk ve idaresi mümkün bir yol olarak algılandı. Burada gözden kaçan, ekonomik sistemlerin hiyerarşik sistemler olarak ele alınmasıyla aslında karşımıza üç farklı ekonominin çıkmasıydı.

a)      Ekolojik/Etik Ekonomi
b)      Sosyal/Kamusal Ekonomi
c)      Özel ve bireysel Ekonomi

Konuya bu acıdan bakıldığında hiyerarşik sistem içinde özel/bireysel ekonomi aslında sosyal/kamusal ekonominin bir alt-sistemini oluşturmaktadır. Sosyal/kamusal ekonomi de ekolojik/etik ekonominin alt-sistemini oluşturmaktadır. İşte sürdürülebilir kapitalizmin ya da diğer bir deyişle piyasa ekonomisinin anahtarı burada yatmaktadır: Ekolojik/Etik ekonomiyi sevk ve idare etmeden bildiğimiz ekonomiyi sevk ve idare etmek mümkün olamamaktadır.

c)  Özel ve Bireysel Ekonomi 

Anlaşılması en kolay olan ekonomi bu ekonomidir. Günlük yaşamımızın her an içindedir. Halk arasında “ Her işin başı para” deyimiyle ifade bulan bireysel ekonomidir. Ekonomik birimlerin tatminlerini, karlarını veya gelirlerini maksimize etme mücadelesi özel ekonomide yaşanan sıradan bir olgudur ve sorgulanmaz. 

Makro ekonomi dediğimiz ve Merkez Bakası, Maliye Bakanlığı ve Hükümetlerle halkı sürekli karşı karşıya getiren makro ekonomik politikalar özel/bireysel ekonomilerin çalışmasında hayati rol oynar.

Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi özel/bireysel ekonomilerin lineer olarak toplanmasıyla ortaya çıkan makro ekonomi sosyal ve ekolojik ekonomilere destek vermez. Hatta bugünkü anlamda makro ekonomi sosyal ve ekolojik sermayenin bozulmasını ve tükenmesini hızlandırır. Çünkü makro ekonomik politikların hedefi fiyat istikrarı içinde en yüksek büyüme hızını yakalamaktır.

b) Sosyal Ekonomi

 Sosyal ekonomi makro ekonomi değildir. Sosyal ekonomi toplum içinde insanların enterkonekte olmasıdır. Makro ekonominin hedefi daha güçlü özel/bireysel ekonomi oluşturmaktır. Oysa sosyal ekonominin hedefi insanlar arasında güçlü pozitif ilişkiler yaratarak güçlü toplumu mümkün kılmaktır. 

İnsanlar arasındaki ilişkilerin gücü, sosyal sermaye dediğimiz, insanların birbirileriyle ilşikilerinden doğan birikimdir. Sosyal sermaye toplum kurma, ulus yaratma, idare şekli ve ticaret gibi durumlarda ortaya çıkan ilişkilerin birikimidir. Medeni toplumların esas sermayesi budur. Sosyal sermaye de ekolojik sermaye gibi tükenmeye açık bir olgudur ve yenilenmek ve beslenmek zorundadır.

a) Ekolojik Ekonomi 

İnsanların maksimum tatmini için, üretilen mal ve hizmetlerin parçası oldukları ekolojik sistemin dengesini bozup bozmadığına dikkat edilmez. Neo-klasik ekonomiler için tüketilmesi istenen ’şey’lerin piyasa değeri vardır. Ancak üretilen ’şey’lerin ekolojik sistemleri nasıl bozduğunu, tahrip ettiğini bugünkü ekonomi bilimiyle çözmemiz mümkün değildir. Bugünkü ekonomi bilimi bu tür ekolojik faktörleri göz ardı ederek ”externalite = dış faktörler” olarak tanımlamış ve derin dondurucuya atmıştır.Oysa ekolojik ekonomi, biyolojik sistemlerin, canlı ve dinamik sistemlerin kendi kendine yeterli bir şekilde yaşamlarını devam ettirmeleridir. Ekolojik ekonomilerin de sermayeleri vardır. Ekolojik sistemlerin yaşamları ekolojik sermayelerine bağlıdır. Ekolojik sermaye biyolojik türlerin çokluğu, farklılığı, bitkilerin yetiştiği toprağın besin zenginliği, havanın ve suyun kaliteli ve temiz olması gibi çeşitli doğal unsurların toplamı olarak ele alınır. 

Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi bugün ekonomi olarak ele alınan bilim aslında ekolojik ekonominin iki kat altta kalan bölümüdür. Ekolojik ekonomiyle bireysel ekonomi arasında ise sosyal ekonomi bulunmaktadır. 

Ne Yapmak Gerekiyor? 

Bu analiz oldukça uzun bir analiz oldu. Ekonomiyi toplumsal alandan, siyasetten ve hukuktan ayırt etmek mümkün değil. Dolayısıyla analizimi iki kısımda yayınlamayı uygun gördüm. 

Birinci bölümün sonunda ekonomide yeni bir düşünce tarzı, yeni bir paradigma yaratılması gereksiniminin altını çizmek istiyorum. Özellikle üç ekonomiyi bir arada değerlendirmekte ve her üç ekonominin de iç içe olduğunu hesaba katmakta yarar görüyorum. 

Kalkınma standartlarının kişi başına düşen gelir, ihracat, kişi başına enerji tüketimi gibi kabul görmüş endekslerin dışında farklı endekslere dönüştürülmesi gerekiyor. Yeni endekslerin hazırlanmasında sadece ulusal seviyede değil uluslararası seviyede toplumların konsensüse ulaşılmasını diliyorum. 

Örneğin, bir ülkede yaşayan insanların temiz suya ulaşabilir olması, soludukları havanın kalitesi, yedikleri besinlerin doğallığının rakamlara dönüştürülmesinde fayda görüyorum. Tüketilen enerjinin ne kadarının yenilenebilir kaynaklardan elde edildiğinin ağırlık kazanmasını umuyorum. 

Bizim Coğrafyada Durum 

Türkiye gibi kapitalist gelişimini tamamlamamış, bürokratik yönlendirmenin nefesini ensesinde hisseden ekonomik sistemlerde, ekolojik ve sosyal ekonomilerden söz etmek için belki erken. Kapitalizmin ileri aşamasına ulaşamayan bir ülke olarak Türkiye kendine özgü burjuva sınıfını da yaratamadığı için analiz ettiğimiz kavramların yankı bulacağını sanmıyorum. Ekolojik konuların üzerinde duran hiç bir siyasi parti yok ne yazık ki. 

Kendi burjuva değer ölçülerini yaratamamış Türkiye’de ekonominin, lumpen sayısal çoğunlukla kültür garabeti içinde olması doğal. ‘Televole’ kültürü olarak tanımladığımız bu ortamda, iktisat ve siyaset yazarlarının sürekli ‘futbol’ analizi yapmalarına şaşırmamak gerekiyor. Aynı şekilde üniformalı bir bürokratın sorumlu olduğu savaş gemisine kendi tuttuğu takımın bayrağını çekmesinde de yadırganacak bir yan yok. 

Sürdürülebilir ekonominin dayandığı  bir sürdürülebilir sosyal ekonomi ve ekoloji vardır. Aynı şekilde, ekonomik sermayenin dayandığı  sosyal ve ekolojik sermayeler söz konusudur. Şu anda dünyada aynı sınıfı paylaştığı bir çok ülke gibi, Türkiye de bu kavramların farkında değil. Gündemimizi dolduran tartışmalar, futbol gibi, Bizans’tan kalma bir ‘takım tutmacılık’, ‘laiklik-müslümanlık’ gibi Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana çözümlenmemiş tartışmalar üzerine yoğunlaşmakta. 

Yirmi sene önce yayınlanan ulusal günlük bir gazetenin manşetiyle o gazetenin köşe yazarlarının isimleri ve yazdıklarının  aynı gazetenin dünkü baskısı arasında hiç bir fark bulunmamakta. Aynı manşet, aynı köşe yazarı ve aynı hikayeler ! Hep beraber ‘televole’ kültürünün ekonomik sermayesine takılmış, sosyal sermayesini tüketen bir toplumun resmi geçiti! 

Dostlar, sürdürülebilir ekonominin ve ekolojinin, sürdürülebilir demokrasi ve sürdürülebilir anayasaya ihtiyacı var. Konunun siyasi, etik ve hukuksal yönleri ikinci bölümün konusu olacak...

¹Derin ekolojinin tinsel ilkesi insanın yeryüzünün bir parçası olduğu ve ondan ayrı olmadığıdır. İnsan içgüdüsel olarak ekoloji merkezli bakış açısı kazandıkça kendini kanıtlar. Amaç ’kendini” geliştirip diğerleriyle (hayvanlar, bitkiler ve eko-sistemler) temasa geçtikçe ”kendini” gerçekleştirip, kendini bulmak üzerine kurulmuştur.

Felsefede Weltanshauung (dünya görüşü) kavramına bugünkü anlamını veren Hegel bu deyimi ”Ahlaki”  değerler için yaratmış. Ben de yeni ahlaki değerler öneren derin ekoloji için aynı benzetmeyi yaptım.

Naess’in Batı’da fazla popüler olmaması kendi dünya gorüşünün ’Musevi-Hristiyan’ geleneğinde gelişen Batı felsefesinin şah damarına doğrudan saldırmasından kaynaklanmaktadır. Naess’e göre ’Musevi-Hristiyan’ öğretisi, insanı ’Yaratan’ ile yaratılan doğa arasında üstün konuma koyarak, kibirli bir yöneticiye dönüştürmüştür.

Hristiyan filozoflar Naess’in eleştirisine İsa’dan yaklaşık 1200 sene sonra doğan ve Fransiskan rahipler birliğini kuran Assini’li Aziz Francis ile cevap vermişlerdir. Aziz Francis hayvanların, kuşların ve çevrenin koruyucu azizidir ve bütün yaratıkların eşit olduğuna inanır. (Aziz Francis aynı zamanda İtalya’nın da koruyucu azizidir)

²Holistik kelimesinin oldukça geniş bir anlamı vardır. Konumuzla ilgili iki anlam birbirini tamamlıyor. Birinci anlam doğanın bütünlüğüne olan inançtır. İkincisi anlam ise parçalarıyla bütün arasındaki organik ve fonksiyonel ilişkiye olan inançtır.
 
 
 

Diğer Yazıları
31 Mart Vakası & 31 Mart Yerel Seçimleri
Bir Türk Kedisinin Amerika Macerası
Yüzde 0,0055